Ekoloji-çevre konuları özellikle eğitimli kesimlerin duyarlılık gösterdikleri, tüm insanlığı ilgilendirdiği için kolay kabul gören, bir anlamda “yumuşak” bir mücadele alanı kabul edilebilir. Ancak sorunların temeline inildiğinde kapitalizmin doymak bilmeyen kâr hırsının asıl sorumlu olduğu görülebilir

Ekolojik isyan

20 Eylül 2019 dünyanın dört bir yanında “küresel grev” eylemlerine sahne oldu. Bilindiği gibi İsveçli 16 yaşındaki Greta Thunberg, cuma günleri parlamento önündeki eylemleriyle önce kendi ülkesindeki kamuoyunun sonra da tüm dünyanın dikkatini yaklaşan iklim felaketine çekmeyi başarmıştı.

Ekim 2018’de Birleşik Krallık’ta kurulan, XR diye kısaltılan Yokoluşa Karşı İsyan (Extinction Rebellion) hareketi de ses getirici “doğrudan eylemler” yoluyla iklim değişikliği konusunun aciliyetini dile getiriyor. XR nüfusun %3.5’ini harekete geçirebilirse amacına ulaşabileceğini düşünüyor.

Okul öğrencilerinin ekolojik sorunlara duyarlılığının artmasıyla bir “Greta kuşağından” söz ediliyor. Yaklaşan iklim kıyametinin en büyük faturasını elbette genç kuşaklar ödeyecek. Ancak küçücük çocukların sergilediği toplumsal duyarlılık, kararlı karşı duruş ebeveynlerini, öğretmenlerini, 68’lerden bu yana çeşitli direnişlerden deneyim biriktirmiş eski tüfekleri de harekete geçirmiş görünüyor. Nitekim 20 Eylül’deki yürüyüşlere dünyanın dört bir yanında 4 milyon kişinin katıldığı ifade ediliyor.

Ekoloji-çevre konuları özellikle eğitimli kesimlerin duyarlılık gösterdikleri, tüm insanlığı ilgilendirdiği için kolay kabul gören, bir anlamda “yumuşak” bir mücadele alanı kabul edilebilir. Ancak sorunların temeline inildiğinde kapitalizmin doymak bilmeyen kâr hırsının asıl sorumlu olduğu görülebilir. Çözümler için de gündelik “çevreyi temiz tutma, çöpleri toplama, geri dönüşüm konusunda titiz davranma” reflekslerinin ötesine geçildiğinde, karşımıza hem güçlü sınıfsal çıkarların (özellikle kömür, petrol ve doğal gaz sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerin) hem de varlığını karbon temelli doğal kaynaklara dayandıran devletlerin (ABD, Rusya, Kanada, Suudi Arabistan) çıkacağını bilmek gerekir.

İyimser senaryo, özellikle genç kuşakların ekolojik sorunları teknik bir konu olarak görmeyip, işin politik ve sınıfsal boyutlarını da göz önüne alarak bir “Büyük Dönüşüm” için kararlı yürüyüşlerini devam ettirmeleri olabilir…

ÖNÜMÜZDE 12 YIL VAR

İşin ciddiyetini Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Ekim 2018 raporu bir kez daha ortaya koydu. Rapora göre, küresel ısınmayı sanayi öncesi dönemlere kıyasla 1.5 derecenin altında tutabilecek radikal önlemleri hayata geçirebilmek için önümüzde sadece 12 yıl kaldı. Daha önce küresel ısınmanın 1.5 dereceyi aşmasının küçük ada devletlerinin sular altında kalmasına yol açacağı tahmin edilirken, son bulgular 2 derecelik bir yükselmenin kuraklık, aşırı sıcaklar, deniz seviyesinde yükselme, beklenmedik hava olayları, bazı türlerin yok olması gibi yüz milyonlarca insanın yaşamını cehenneme çevirecek sonuçlar doğuracak. IPCC’nin Dünya Kaynaklar Enstitüsü (World Resources Institute) ile ortak hazırladığı Ağustos 2019 tarihli rapor da iklim değişikliklerinin toprakların tarım altyapısını destekleme kabiliyetini zayıflattığını, bunun da halihazırda 821 milyon kişinin açlık tehlikesiyle karşılaşmasına neden olduğunu vurguluyor. 3.2 milyar kişinin de önümüzdeki on yıllarda erozyon, sel, çölleşme, kontrol edilemeyen yangınlar, kasırgalar ve siklonlarla boğuşacağının altını çiziyor.

Küresel iklim krizinin başta gelen nedeni doğaya karbon salınımındaki sıçrama. Şu anda yıllık emisyon 32 milyar ton kabul ediliyor. Bu felaket çanlarının çalmaya başladığı, iklim bilincinin yükselmeye yüz tuttuğu 2000 yılında bile 23 milyar tondu. IPCC 20 yıl içerisinde %40’lık bir azalmayla 20 milyar ton, 2050’de ise %80’lik gerileme sonucu 7 milyar ton hedeflerine işaret ediyor.

Sera gazı emisyonlarının %70’inin kömür, petrol, doğal gaz kaynaklı olduğu biliniyor. Bu da ekosferin dengesini bozuyor, yaşam destekleyen ekolojik yapının hasar görmesine neden oluyor. Antroposen çağı kavramı da insanın gezegen üzerindeki etkisinin geri döndürülmesi zor bir aşamaya vardığına işaret ediyor. Çözüm olarak nükleer enerjinin gündeme getirilmesi insanlığı Çernobil ve Fukuşima’dan bildiğimiz yeni risklerle karşı karşıya bırakma tehlikesi taşıyor. Jeomühendislik adı verilen ekolojik sisteme teknolojik müdahaleler ise ne sonuç getireceği bilinmeyen maceralar gibi görünüyor, üstelik arkasında bu tehdidi fırsata çevirmeyi hedefleyen çoğu da hidro karbon sektörüyle ilintili şirketlerin bulunduğu gözleniyor. Karbonları atmosfere yayıldıktan sonra yakalama ve depolama (carbon capture and storage) planları da kanımca aynı sakıncaları taşıyor.

TEK YOL YENİLENEBİLİR ENERJİ

Ülkelere göre yenilenebilir enerji kaynaklarının bileşimi ve temiz enerjiye geçiş temposu değişebilse de, dünyanın bir an önce güneş, rüzgâr, su ve jeotermal ağırlıklı bir anlayışa yönelmesi gerekiyor. Yaklaşan tehdit karşısında ekonomik büyüme sevdasından tamamen vazgeçmeyi öngören (degrowth) yaklaşımlar da ciddi taraftar buluyor. Bu konuları yoğun bir biçimde tartışmanın sosyalistlerin önünde bir zor görev olarak durduğunu hatırlattıktan sonra, sanki insanların yaşam standartlarını yükseltme hedefiyle, ekolojik dengeleri gözetme sorumluluğunu bağdaştıran bir “yeşil kalkınma” anlayışı en makul yönelim gibi görünüyor.

Belki bu noktada ekolojik ekonominin duayenlerinden Herman Daly’nin doğal kaynak tüketimine ilişkin koyduğu temel ilkeleri hatırlamak yararlı olabilir:

1) Yenilenebilir kaynaklar yeniden üretimlerinden daha hızlı tüketilmemeli,

2) Yenilenemez kaynaklar yenilebilir alternatiflerinin üretiminden daha hızlı tüketilmemeli,

3) Tüm kaynak kullanımlarının atıkları doğal sistemlerin emme ve eski haline dönme kapasitesinden hızlı ekosisteme gönderilmemeli.

YENİ YEŞİL UMUT

Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin başkanlık koltuğunu iklim değişikliği inkarcısı Donald Trump gibi bir şahıs işgal ediyor. Karbon emme kapasitesi en yüksek, sayısız canlı türüne kucak açmış Amazonlar’a ev sahipliği yapan Brezilya’da da yine bir aşırı sağcı, orman yangınlarını açılacak alanlarda tarım ve hayvancılık yapma fırsatı olarak adeta sevinçle karşılayan Bolsonaro devlet başkanı… Ne var ki umut verici gelişmeler de eksik olmuyor. Amerikalı sosyalist kongre üyesi Alexandria Ocasio-Cortez’in kamuoyuna duyurduğu Yeni Yeşil Anlaşma (New Green Deal) hem küresel iklim değişikliğine hem de ekonomik eşitsizliklere parmak basan radikal bir metin. Emek kesiminin de, yerli toplulukların da, küresel adalet hareketinin de taleplerini kapsama çabası izliyor. Tek tek maddelerin ötesinde, kar maksimizasyonunu ilke edinen neoliberalizmi karşısına alan; eğitimi, sağlığı, konut ve toplu taşımayı kamusal, kâr amacından uzak, tüm yurttaşlara eşit ve nitelikli sunulması gereken alanlar şeklinde tanımlayan bir içerik taşıyor. Yeşil Yeni Sözleşme’nin şirin bir metin olmanın ötesine geçip uygulamaya sokulması aşamasında muhtemelen düzen güçlerini karşısında bulacaktır. İşte bu noktada ekolojik sorunların çözümünü düzen sınırlarının ötesine taşıyan ekososyalizm/sosyalizim tartışması gündeme oturacaktır.

EKOSOSYALİZM?

Michael Löwy, ekososyalizmi toplumsal ve ekolojik kaygıları birleştiren radikal bir alternatif olarak tanımlıyor. Ekososyalizm doğanın sömürüsüne tavır alırken kapitalist sistemle sorunu olmayan “piyasa ekolojisine” de, emek sömürüsüyle mücadele ederken doğal sınırları dikkate almayan “üretimci sosyalizme” de karşı bir sistemdir. Demokratik yeni bir planlama modelini benimser, daha kısa çalışma sürelerine ve tüketimcilik yerine hakiki ihtiyaçlara odaklanır, “var olmayı” “sahip olmanın” üzerinde tutar.

Ekseni ekoloji mi olmalıdır sosyalizmin; yoksa toplumsal cinsiyet, teknoloji, ırkçılıkla mücadele benzeri gündemler yanında ekoloji sosyalizmin kapsadığı alanlardan biri gibi mi kabul edilmelidir, burada cevabını kolay veremeyeceğimiz kritik bir soru. Ancak militarizme ve emperyalizme karşı net bir karşı çıkış ortaya koymayan ekolojik iddiaların anlam taşımayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Paris İklim Anlaşması’nı imzalayan ancak bunu henüz Meclis’e getirmeyen iktidara karşı ekoloji toplumsal muhalefet açısından ciddi bir direniş potansiyeli taşıyor. Artvin Ceraattepe’den Kazdağları’na Salda Gölü’ne kadar yurttaşlarımızın ekolojik gündemlere tepkileri şirketlerin doğa talanından şikâyetçi yerel halk ile zaten bu konularda duyarlı eğitimli şehirli kesimler yanında AKP’nin rantçı\ gerici zihniyetine mücadeleye kararlı muhalif kitleleri birleştirme potansiyeline sahiptir. Tabii ki yaratıcı kapsayıcı örgütlenme biçimlerini yaratabilmek koşuluyla...