Sinemada, ‘ekolojik-korku’ (eco-horror’) olarak tanımlanan bir alt-tür var. Bu filmlerdeki korku nesnesi çoğunlukla insanın doğaya verdiği zararın yol açtığı dehşetengiz mutasyonlar, iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri, insanlığın bir ‘canlı türü’ olarak varlığını tehlikeye sokan çevre sorunlarından doğar.

Türün başlangıç filmlerinden olan Them!, ABD’nin New Mexico’da yaptığı atom bombası denemeleri sonucu mutasyona uğrayıp devleşen karıncaları anlatıyordu. Teknolojinin kapitalist gelişim ve uygulama süreçleri sayesinde korku ve kaygılarımız çeşitlenirken, ekolojik-korku filmleri de çeşitlendi. Yönetmen Night Shyamalan’ın 2008 tarihli filmi The Happening/Mistik Olay‘da epey sofistike bir öykü anlatılıyordu mesela: Bitkilerin, insanlığa karşı türlerini korumak için kolektif bir eyleme gidecek kadar bilinç sahibi olduğu bir dünya. Arıların kitlesel düzeyde yok olduğu, tarım ve orman alanlarının yayılmacı insanlığa yenik düştüğü, GDO çalışmalarının bitkilerin yaşam biçimini dönüştürdüğü bu dünyada “Yetti artık!” diyen bitkiler, atmosfere insanların çıldırıp o an ellerine ne geçerse kullanarak intihar etmelerine yol açan bir madde salgılıyordu. Türkiye’de gösterime girerken belli ki ‘dinsel kıyamet’ zihniyetinin etkisiyle ‘mistik olay’ olarak tanımlanan öykünün aslında oldukça sağlam maddi temelleri var, ne yazık ki…


Sanayi Devrimi’yle başlayan süreçte bu tür anlatıları doğuran altyapı kurumları öyle bir hale geldi ki, son yıllarda artık The Happening’den daha sert ve ürkütücü ekolojik-korku filmleri yapılıyor.

Örneğin Honeydew (2020) adlı ekolojik-korku filminde, buğdayların salgıladığı ‘sordico’ adlı bir tür mantarın yol açtığı ölümcül bir delilik halini izliyoruz. Ya da örneğin epey ürkütücü bir film olan Gaia’da (2020), Yunan mitolojisinin ilk ve en kudretli ana tanrıçası Gaia’nın adına yakışır ‘toprak ana/tabiat ana’ göndermeleri eşliğinde, evrimleşerek besin zincirinde en üste çıkmaya aday olan bir canlı türüyle karşılaşıyoruz. Evrim çoktan olup bitmiş bir şey değil de evrenin sonuna dek yaşanacak doğal bir süreç olduğundan, kurmacayla olası gelecek arasındaki ilişkinin de epey bulanıklaştığı hikayeler bunlar, gerçekçi değil belki ama akılcı hikâyeler…

Türün çok klasik ama aynı zamanda çok ilginç örneklerinden biri 2021’de geldi. Unearth adlı bu filmde, iki komşu çiftlik üzerinden dünyanın halini izliyoruz: Bu çiftliklerden birinde zar zor mısır üreterek geçinmeye çalışan Kathryn Dolan ve ailesi, diğerinde hem verim alamadığı hem de aslında tarımla uğraşmak istemediği için mısır tarlalarını bir doğalgaz firmasına kiralayan George Lomack ve kızları yaşamaktadır. Kathryn George’u topraklarını doğalgazcılara değil kendisine kiralaması için ikna etmeye çalışır ama başaramaz. Kolay yoldan para kazanma hevesindeki George, tümüyle şirket lehine maddeler içeren bir sözleşme imzalar. Koca koca kamyonların taşıdığı iş makineleriyle gelip ortalığı toza dumana katan doğalgaz firması, toprağın derinliklerinden, aslında hep orada kalması gereken bazı zehirli maddelerin yüzeye çıkıp su kaynaklarına karışmasına neden olur. Sonra, insan bedeninin hızla çürüyüp parçalanmasına neden olan bir hastalık baş gösterir.

Bu ekolojik-korku öykülerinde insanlığın bilimsel gelişmesiyle ilgili karamsar, hatta neredeyse teknofobik bir söylem geliştirildiği doğrudur. Ama söz konusu bilimsel ve teknolojik gelişmeler, uzunca bir süredir insanlığın doğayla barışık ve ortaklaşa refahı için değil de açıkça kapitalizmin hizmetinde, sermaye sahiplerinin daha da zenginleşmesi amacıyla kullanılan aygıtlara dönüştüğü için, bu teknofobinin ne yazık ki fazlasıyla maddi temellere sahip olduğunu da kabul etmek lazım.

Bizde durum birazcık farklı, ama söz konusu maddi temeller fazlasıyla var. AKP iktidarının akıl almaz doğa düşmanlığı sayesinde, cinli-perili saçmalıklardan kurtulabilse aslında ekolojik-korku filmlerine epey katkı sağlayabilecek bir ülkede yaşıyoruz; bir kere bile ayak basmayacağı beton zeminleri överek “Yol yabdı, köbrü yabdı!” diyen taşralı bir vatandaşla ailesinin geçirdiği metamorfoza dair bir film yapılsa mesela...