Ekonominin durumunun Türkiye toplumunun sandıktaki tercihleri üzerinde önemli bir etki yaptığı ve belirleyici bir nitelik taşıdığı açık. Ekonominin iyileştiği durumlarda iktidarda olan partiye desteğin arttığını, kötüleştiği durumlarda ise zayıfladığını, hatta seçimlerin kaybedildiğini biliyoruz. AKP iktidarı döneminde ise -2008 küresel ekonomik krizinin üzerine gelen 2009 yerel seçimlerini saymazsak- ilk kez böylesine bozuk bir ekonomiyle ve yine ilk kez ekonominin toplumun bir numaralı gündem maddesi haline gelmesiyle seçimlere gidiyoruz.

Bu noktada asıl sormamız gereken soru şu: Ekonominin bu durumu seçmen tercihleri üzerinde muhakkak bir etkide bulunacak ama bu etkinin derecesi, yoğunluğu ne olacak?

Evet, bir yandan ekonomik kriz göz göre göre geliyor doğru. Son verilere göre ihracattaki çok az bir artışa mukabil ithalatta ciddi bir artış var, bu da cari açığın daha da büyümesi anlamına geliyor. Türkiye gibi kronik döviz bağımlısı ekonomilerde bu durum, krize doğru gidişin en önemli göstergelerinden biridir. Bunun yanı sıra enflasyon artık çift hanelere yerleşmiş durumda ve yeniden tek haneye öyle kolay kolay inmeyecek. Hayat giderek pahalanırken, açlık ve yoksulluk sınırı da giderek yükselecek. Dövizden kaçışı durdurmak için yapılan faiz artırımı ise yatırımların yavaşlaması, ekonominin bir durgunluğa girmesi ve zaten yüksek olan işsizlik oranlarının daha da artması anlamına gelecek.

Ancak öte yandan 7.4 olarak açıklanan büyüme oranına bakarsak, bu büyümenin önemlice bir bölümünün hanehalklarının harcamaları neticesinde gerçekleştiğini görüyoruz ki bu, toplumun borçlanarak ya da daha yüksek maliyetlerle de olsa tüketmeye devam edebildiğini gösteriyor. Ayrıca ücretlerle enflasyon arasındaki makas henüz dramatik ölçülerde açılmış değil ve tarım kesiminde ciddi bir sıkıntı olsa da birtakım telafi mekanizmaları işlemeye devam ediyor. Buna büyük şehirlerin özellikle kenar mahalleleri ve varoşlarındaki “sadaka devleti” uygulamalarını da eklediğimizde, geniş halk kesimlerinin ekonomiye bakarak “yeter artık” diyecekleri bir noktaya henüz gelmediğini söylememiz mümkün hale geliyor.

Ancak görünen o ki seçim sonuçları ne olursa olsun, ister iktidar yoluna devam etsin, isterse de değişsin, Türkiye ekonomisini çok zor günler bekliyor ve yine kim gelirse gelsin, krizin faturası, birtakım nüanslarla olsa da halkın üzerine yıkılacak. Bunun ideolojik altyapısı ise iktidarıyla muhalefetiyle daha şimdiden hazırlanmaya başlanmış durumda.
Seçim öncesi muhalefetle kavga etmeyeceğiz elbette ama topluma ve memlekete karşı sorumluluk hisseden insanlar olarak, özellikle seçim sonrasını göz önüne alarak birtakım uyarılarda bulunmak zorundayız.

Öncelikle, ağzını her açanın “bağımsız merkez bankası” dediği ve dolayısıyla bilinçli ya da bilinçsizce neoliberalizmi savunduğu bir muhalefet tarzından emekçiler lehine bir şey çıkmaz. “Bağımsız merkez bankası” da “özgür para piyasaları” da sermayenin iktisadi programına aittir, bizim değil.

O çok övülen “Güney Kore modeli”, askeri diktatörlük altında emekçilerin düşük ücretlerle çalıştırılması, sendikaların devlet güdümüne sokulması, sola siyaset alanında yaşam hakkı tanınmaması ve ekonominin üç beş holdingin tekeline alınması demektir. Güney Kore modeli, Türkiye toplumuna matah bir şeymiş gibi örnek gösterilemez, dayatılamaz.
“Yapısal reformlar” adı altında savunulan düzenlemeler, IMF/Dünya Bankası orijinli politikalardır ve uygulandıkları her yerde topluma yıkım getirmişlerdir. Bugün Türkiye’de tarım bitmişse, taşeron çalışma kural haline gelmişse, kamu mülkleri özelleştirme adı altında peşkeş çekilmişse bunun gerisinde zaten “yapısal reformlar” vardır. Bunlar bir kurtuluş reçetesi olarak sunulamaz.

Devasa boyutlara ulaşan borçlar Türkiye toplumunun değil, Türkiye sermaye sınıfının borçlarıdır. Sermaye bu borçlarla semirmiş, büyümüş, kârlılığını artırmıştır. Kimse Türkiye toplumuna “bu borçları yeniden yapılandıracağız ve birlikte ödeyeceğiz” diyemez. Borçları kim aldıysa, o ödemelidir.

Türkiye ekonomisinin kurtuluşunun Kemal Derviş programına dönüşte olduğunu söyleyenler açıkça yalan söylemektedir. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun da, emekçilere reva görülenlerin de, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de gerisinde Derviş’in ve memuru olduğu Dünya Bankası’nın programı vardır. Derviş programına dönüş hiçbir şekilde savunulamaz, birtakım sol soslarla bu program bir kez daha Türkiye toplumunun önüne konulamaz.

Ekonominin en önemli gündem maddesi olduğu bir seçimde, bu gündemin “esas”tan değil, “usul”den konuşuluyor olması ve emekçilerin, çalışanların, geniş halk yığınlarının gerçek çıkarlarının siyasetin ana gündem maddesi haline gelmemesi hem ironik hem de trajiktir. Sol, özellikle seçimlerden sonraki yol haritasını söz konusu ironiyi ve trajediyi ortadan kaldırmak, emekçileri siyaset sahnesine taşımak üzerine kurmalıdır. Bu kaçınılmaz bir zorunluluktur.