Ekonomide şehir efsaneleri (2)

Sevdiğim iktisatçılardan Joan Robinson,“iktisat öğrenmenin amacı iktisadi sorunların hazır cevaplarını elde etmek değil, iktisatçılar tarafından kandırılmamayı öğrenmektir” der. Robinson’un meramını anlamak ve katılmakla birlikte her iktisatçının “neoklasik iktisatçı” olmadığını vurgulamak gerekir. Heterodoks iktisatçılar olarak, serbest piyasa kapitalizminin ücretli halkla ilişkiler uzmanları olan neoklasik iktisatçılardan biri değilsek de biz de birer iktisatçıyız. Eğitim demokratik ve eleştirel olmalıdır. Fakat gelin görün ki bugün üniversitelerde gösterilen iktisat, Bill Gates’in servetinin hak edilmiş bir kazanç olduğunu gösteren saçma sapan modeller üzerinden, monolitik bir hikâye olarak anlatılıyor. Zaten iktisat, biraz bundan ötürü, bir sosyal bilim olarak kıymetini yitiriyor.

“Serbest pİyasa polİTİkaları yoksul ülkelerİ zengİnleştİrİr” efsanesİ
Buna göre yoksul ülkeler sosyalist, eşitlikçi ve korumacı politikalar sebebiyle geri kalmışlardır. Bu program zenginlik değil yoksulluk getirir. Amerika, Almanya, İngiltere, Japonya, Finlandiya vs. gibi dünyanın en zengin ülkeleri bakın hep serbest piyasa ekonomileridir. Bu yüzden de az gelişmiş ülkeler, akıntıya karşı kürek çekmek yerine, bir an evvel serbest piyasa odaklı (veya neoliberal) politikaları benimsemelidirler.

O zaman soralım: Amerika, İngiltere, Hollanda, Almanya, Güney Kore, Japonya, Finlandiya vs. nasıl zengin olmuşlardır? Tarihe bakınca, tüm bu ülkelerin korumacı politikalarla kalkındıklarını görüyoruz. Amerika 1880’lerde yüzde 40-55 bandında ithalat tarifesi (vergisi) uyguluyordu. Nüfusun çoğunluğu oy veremiyordu (zengin kurucu aileleri yoksul halkın demokratik gazabından korumak için). Yabancıların ülkede bankacılık faaliyetleri yürütmesi yasaktı. Rekabet yasaları yoktu; bu da tekelci uygulamaları yasallaştırıyordu. Fikri mülkiyet sadece yerli üreticiler için vardı, yabancıların fikirlerinin çalınıp kullanılması yasaldı. Ve Amerikan ekonomisi en yüksek büyüme oranlarını, belki biraz da baz etkisiyle, bu dönemde gördü.

Aynı şekilde İngiltere serbest piyasa ekonomisine 1860’larda geçti. O tarihe kadar İngiltere dünyanın en korumacı ülkesiydi (1720’lerden 1850’lere kadar). İngiltere’deki Sanayi Devrimi, büyük oranda, uygulanan korumacı politikalar sayesinde mümkün olmuştur. Bugün Türkiye yabancı sermayenin yollarını gözlerken Japonya, Finlandiya, Güney Kore gibi ülkeler gelişme dönemlerinde yabancı sermayeyi tamamen yasaklamışlardı. Fransa, Singapur, Avusturya vs. hep devlet sermayesi ve planlamasıyla kalkınmışlardır. Renault, Honda, Toyota, Hyundai, LG, General Motors vs. gibi markalar her konuda ciddi devlet destekleriyle işe başlayıp büyüdüler.

YAPTIKLARINI YAP DEDİKLERİNİ YAPMA

Kısaca İngiltere ve Amerika gibi gelişmiş ülkeler hegemonik dönemlerinden önce kendi tarımlarını, sanayilerini ve ekonomilerini geliştirmek için korumacı politikalar uygulamış, küresel piyasalarda bir numara haline gelecekleri kesinleştiğinde oyunun kuralları değiştirip diğer ülkelere kalkınma reçetesi olarak liberal politikaları önermişler ve/veya dayatmışlardır. Çünkü ekonomik süper güç haline geldikten sonra ürettiklerini dünyaya satmaları, büyümeye ihracat ve sermaye taşıyarak devam etmeleri gerekiyordu (bkz. Lenin’in emperyalizm teorisi). Ancak bu ülkeler mallarını satmak isterken diğer ülkeler de kalkınmak için (zengin ülkelerin yaptıkları gibi) korumacı politikalar uygularsa o zaman bu çark nasıl dönecek, değil mi?

Bu noktada devreye IMF, World Bank ve WTO giriyor. IMF ve WB gelişmekte olan ülkelerin ihtiyacı olan finansmanı makul faiz oranlarıyla sağlıyorlar. Fakat karşılığında ülke içindeki piyasaların serbestleştirilmesi, devletin ekonomiden elini ayağını çekmesi, sosyal devletin yavaşlatılması vs. gibi dayatmalarda bulunuyorlar. WTO ise uluslararası düzlemde ticaret bariyerlerini kaldıracak ve ülkeler arası alışverişi kolaylaştıracak anlaşmaları düzenliyor. Bu üç kurum da serbest piyasa politikalarının ekonomik büyümeyi arttıracağı palavrasını atarak propaganda yapıyorlar. Ama gerçek şu ki neoliberal dönemdeki büyüme oranları, gelişmekte olan ülkeler için, eskine göre çok daha düşük seyrediyor. Burada iki istisna var: Çin ve Hindistan. Zaten onlar da neoliberal politikalarla değil korumacı politikalar ve devlet planlamasıyla ekonomilerini yürütüyorlar.

Afrika ülkeleri neden fakirdir? Hiçbirinde “fakirlik getiren” komünizm yok. Aksine hepsi serbest piyasa ekonomisi. Hatta Somali, Çad, Zimbabve gibi ülkelerde neredeyse devlet bile yok. Liberal ütopyaya en yakın ülkeler bunlar. Afrika ülkelerinin fakir kalmasının sebebi serbest piyasa politikalarıdır. Liberal politikaların baskın olduğu son 40 yıl Afrika ülkelerinin de büyüme oranları düştü. Serbest piyasa koşullarında Afrika ülkelerini bırakın Türkiye’nin bile Apple, Samsung, Facebook ya da Amazon ile rekabet etmesine imkân yok. Tanzanya, devlet desteği, planlama ve korumacı politikalar olmadan nasıl sanayileşebilir? Burkina Faso serbest piyasa politikalarıyla bilişim teknolojilerinde nasıl söz sahibi olabilir?

1950’lerde Toyota’nın bizim Anadol’dan hallice olan ilk modellerine “tekerlekli kül tablası” denirmiş. O zamanlar, serbest piyasa ekonomistlerine göre Japonya anlamadığı işleri bırakıp mukayeseli üstünlüğü olan (ama katma değeri olmayan) ipek kumaş üretimine devam etmeliydi. Gerçekten de Toyota on yıllar boyunca zarar yazdı. Ama devlet Toyota’yı desteklemeye devam etti. Gelinen noktada Japonya dünyanın 2 numaralı otomobil ihracatçısı, Toyota da bir numaralı otomobil üreticisi. Eğer Japonya neoklasik iktisatçıları dinlemiş olsalardı bugün hala ipek üreten ve en iyi ihtimalle ikinci sınıf bir ekonomi olacaktı. Ama Japonya neoklasik ideologların dediklerini yapmadı, yaptıklarını yaptı.

Kısacası, tarih, serbest piyasa politikalarının zenginlik değil yoksulluk getirdiğini gösteriyor. Serbest piyasa kuralları bugün merkez ülkelerinin ihracat yapması için dayatılıyor. Konuyla ilgili daha detaylı okumalar yapmak isteyenler için Ha-Joon Chang, Erik S. Reinert ve Alice Amsden’in kitaplarını şiddetle tavsiye ederim.