Türkiye ekonomisinin reel riskleri büyüyor… Ne var ki işsizlik-enflasyon-büyüme tarafında bozulma devam ederken, tüm bunlar olmuyormuşçasına bir bolluk coşkusu göze çarpıyor. Bir ülke ekonomisi için olabilecek en ağır sonuçlar halihazırda belirmeye başlamışken, yaratılan para bolluğu sayesinde gündeme taşınmıyor. Oysa geri dönüşü çok zor ve uzun zaman alacak sonuçlarla yüzleşmeye çoktan başladık.

Önce bu sonuçlarla başlayalım…

Türkiye bilindiği yüzde 3’lük bir büyüme bandına oturmuş durumda. 2002-2016 dönemi arasında %5’e yakın bir büyüme ortalamasına sahip ekonomi, uzun zamandır ortalamanın altında bir hasıla ve gelir yaratıyor. Daralan gelir ise her geçen gün daha adaletsiz bölüşülüyor.

2004 yılı başlarında toplamda 1 milyona yakın işsiz sayısı bugün 4 milyona ulaştı. 13 yılda 4 katı artan işsizler ordusunun boyutu, mevsimlik işçiler, uzun süreli iş arayanlar, eksik çalışanlar dahil edildiğinde 6 milyona ulaşıyor.

Diğer bir taraftan tüm ücretli kesimin satın alma gücü hızlıca eriyor. Nisan ayı TÜFE rakamlarının yaşadığı %11.87’lik artış, %16.37’ye sıçramış üretici fiyat endeksinin işaret ettiği üzere maliyet yönlü daha da artacağa benziyor.

Kısaca pasta küçüldükçe, pastadan ücretli sınıfın tasfiyesi sürüyor, çalışmaya devam edenlerin de payı küçülüyor.

Ekonominin üretim yönüne baktığımızda ise, sanayi tarafında tüm vergi indirimleri ve Kredi Garanti Fonu gibi desteklerin yıllık olarak %2’lik bir etkiyle sınırlı kaldığını görüyoruz, ki zaten canlanma da beyaz eşya ve mobilya sektörlerinde yani teşviklerin yoğunlaştığı sektörlerde yaşanmış. Bu vergi indirimi itelemesinin, ertelenen tüketimlerin bir kısmını gerçekleştirdiği söylenebilir. Bunun yanı sıra otomobil sektöründeki daralmanın boyutu Nisan ayında %10.5’e çıkarken, toplam ihracatın %7,4 hız kaybetmesi, ülkede üretimin ve gelirin aşağı yönlü olduğunu destekleyen diğer veriler.

Şimdi evet bu meseleler zaten uzunca bir süredir konuştuğumuz sorunlar. Kendi adıma söyleyeyim, hiç istihdamda nitelikli bir iyileşmeden, pahalılıkta önemli ölçüde bir gerilemeden bahsedemedim… Her dönem bu sorunların zirve yaptığı, sonrasında ise popülist politikalarla yumuşatıldığı çevrimlerine şahit oluyoruz. Fakat bu dönemin bir özelliği, bunun alışılageldik bir çevrim olmadığını ortaya koyuyor. Bunca daralma ve gerilemenin üzerine bir de Merkez Bankası, Hazine, KGF gibi mekanizmalar aracılığıyla ekonominin krediyle pompalanması eklenince, adeta ekonominin balatalarını yakıyor.

Riskler ağırlaşarak birikiyor…

Şu sıralar, hangi görüşü paylaşırsa paylaşsın birçok ekonomi yazarının hemfikir olduğu nadir konulardan biri, ülke ekonomisinin mevcut haliyle bu denli kredi pompasını kaldıramayacağı. Son olarak Merkez Bankası tarafından ‘banka senedi’ uygulamasına başlanacağı duyuruldu. Sicili son derece bozuk olan bu uygulamanın en son 2008 krizi ile birlikte ekonomik dengeleri bozucu karakteri öne çıkmıştı. Bir krediyinin, kalitesine (yani geri ödenme olasılığına) bakılmaksızın MB tarafınca satın alınması, karşılığında likidite sunması ve bu likiditenin yeniden krediye dönüşmesi mekanizmasının kapitalist sistemin lideri ABD ekonomisini çöküşe götürmesinin üzeriden çok da geçmedi. Ne var ki bizdeki bu “borca dayalı büyürüz” kör inancı bir türlü yok olmadığı için, bu sistemin bir biçimini şimdi ekonomimize devşirmiş olduk. Hem de ekonominin reel tarafı bu denli bozukken.

Diğer taraftan hadi diyelim ki bu krediden kredilendirme uygulaması, menkul kıymetleştirme olarak adlandırabileceğimiz varlıkların birçok krediye açık hale gelebilmesi vb uygulamalar hiç 2008 krizinde deneyim edilmemiş olsun. Yine de Türkiye ekonomisi bu uygulamayı kaldırabilecek, finansal piyasalarda derinleşme yaratabilecek bir yapıda, bir güçte değil. Finansal derinleşme her şeyden önce güçlü bir reel sektör arar. Küresel rekabetçilik, bağımsız kurumlar arar. Oturmuş bir üretim, hizmet sektörü üzerine derinleşmiş bir finans sistemi, tüm olası negatif sonuçlarına rağmen, ülkelere belli bir sürede kazanç sağlayabilir. Oysa Türkiye’de tüm bu reel süreçler terk edilerek inşaat ve finansallaşma yoluyla bir büyüme öyküsü yaratılmaya çabalanıyor. Bu, açık denizlere sandalla açılmaya benzer, en ufak bir dalgada alabora olur.

Nitekim bir yönüyle bu hamlenin ekonominin bozulan ortamında hayata geçirilmesi, şişen ‘kredi-borç-tüketim’ üçlüsünün bankalar ve bankaların kredilendirdiği şirketler ( ağırlıklı olarak inşaat-gayrimenkul şirketleri) tarafında sürdürülemez hale gelmiş batıklara yol açtığını ortaya koyuyor. Kaldı ki, 2015 verileriyle kredilerinin toplam varlıklara oranı yüzde 60’ı geçmiş bankacılık sektörünün, artık kredi verebilecek dermanının da kalmadığı ortada.