Ekonomik durgunlaşma şimdilik kalıcıdır

Israrla vurguladığımız saptama, 2014 milli gelir istatistikleriyle de doğrulandı: Ekonomi, kalıcı bir durgunlaşma sürecine yerleşmiştir. Mart 2014’ten itibaren her üç ayda büyüme hızı yavaşlamıştır.

2014’ün bütününe aşağıdaki tablo içinden bakalım: Tablo, karmaşık değildir: Özel tüketim, devlet tüketimi ve yatırım harcamalarına (tablonun ilk üç satırına), dış dünyanın Türkiye’de yaptığı harcamalar, yani mal ve hizmet ihracatı (satır 4) eklenir; Türkiye’den şirketlerin, kurumların, bireylerin dış dünyadaki harcamaları, yani ithalat (satır 5) bu toplamdan çıkarılır. Harcamalara göre milli gelir (satır 6) böylece hesaplanır.

 

Tablonun son satırının (toplam dış kaynakların) milli gelirle ilgisi nedir? Bu toplam, milli gelir düzeyinin bir öğesi değil; ama onu belirliyor. Talep hareketleri, dolayısıyla milli gelirin kısa vadede genişleme, durgunlaşma, küçülme salınımları, büyük ölçüde dış kaynak hareketlerine bağımlıdır. 2014’te yabancı, yerli, kayıt dışı toplam sermaye girişlerinde gerçekleşen %38 oranındaki daralma da, ekonominin büyüme hızını %4,2’den %2,9’a çekmiştir.

Ekonominin tamamen durmasını frenleyen iki etken de tabloda ortaya çıkıyor: Hükümetin, cari kamu harcamalarını pompalaması ve mal/hizmet ihracatındaki artış… İkinci etken geçicidir ve Ocak-Mart 2015’in sıfır büyüme ile son bulmuş olması beklenebilir.

• • •

Böylece, 12 yıllık AKP ekonomisinin kuşbakışı (ve en genel) bir bilançosu da ortaya çıkmış oluyor: 2003-2014 yıllarının Türkiye ekonomisine taşıdığı ortalama büyüme hızı %4,4’tür. AKP’nin “lâle devri” olan 2003-2007 ortalaması %7,3; “normale dönüş” yılları (2008-2014) ise %3,8’dir.

Bu sonuncu oran, 1998 sonrası Türkiye ekonomisi için tahmin ettiğim yüzde 3,9’luk potansiyel büyüme hızına şimdilik oturmuş görünmektedir.

“Şimdilik” diyorum; zira 2008-2014 döneminde cari fiyatlarla sermaye birikiminin milli gelire oranı ortalama olarak ,7’dir. 2014’te de en hızla gerileyen harcama kalemi yatırımlar olmuştur. Bu olgular, ekonominin büyüme potansiyelini daha da aşağı çekebilecektir.

Niçin böyle? Yanıt, Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in de durgunlaşmanın sorumluluğundan kaçmak için arada bir başvurdukları “orta gelir tuzağı” söylemi ile ilgilidir.

Bu konuyu daha önce tartıştım; kısa geçeceğim. Türkiye toplumu, tarımda ve nüfusun üretime katılmayan bölümlerinde bir hayli yüksek emek rezervleri barındırmaktadır. Bu sayede “yüksekçe” bir büyüme temposu, “gerekli” bir sermaye birikim oranı ile sürdürülebilir. Ancak, âtıl nüfusu üretime çekmek zaman içinde güçleştikçe, belli bir büyüme temposunu koruyabilmek için yatırımları yükseltmek gerekir. Farklı bir ifadeyle, yatırımların verimliliğindeki aşınma, sermaye birikim oranı adım adım yukarı çekilerek telâfi edilir.

Benzer ülkelerle (örneğin Asya’nın büyük ekonomileriyle) karşılaştırıldığında Türkiye’nin yatırım oranı esasen düşüktür; yüzde 20 eşiğinin üzerinde bir türlü tutunamamaktadır. Bu eşik kalıcı olarak aşılamadığı ve teknolojik sıçramalara da geçilemediği için ekonominin büyüme potansiyeli giderek düşecektir.

Bu öngörü ne anlama geliyor? Türkiye ekonomisi için ihtiraslı hedefler unutulacaktır. Büyüme ortalamaları yüzde 3 buçuk civarında seyreden iniş-çıkışlar gündemdedir. Dış şoklara karşı aşırı kırılganlık, bazı yıllarda küçülme, hatta kriz ile sonuçlanabilir. Bunları telâfi eden bir-iki yıllık canlanma konjonktürlerinin de, 2010-2011’deki (yüzde 8-9’luk) tempolara ulaşması beklenmemelidir.

• • •

Bu türden bir ekonomik geleceğin siyasete yansımaları için ne diyebiliriz?

Bu soruyu, AKP ekonomisinin kitle (seçmen) desteğini pekiştiren, ayakta tutan öğelerine bakarak tartışabiliriz.
Hatırlayalım ki sermaye birikiminde durgunluk, yurt-içi tasarruf oranlarının aşınmasıyla birlikte gerçekleşti. Sonuçları iki boyutta gözleniyor. Birincisi, artan dış açıklardır. Yani, astronomik dış kaynak girişleri, ulusal tasarrufları aşağı çekti; ekonominin dış bağımlılığını yoğunlaştırdı.

Madalyonun diğer yüzü milli gelirin toplam tüketime ayrılan payındaki artıştır. Özel tüketim harcamalarına devletin cari (yani tüketim) harcamalarını ekleyiniz. Böylece hesaplanan toplam tüketimin milli gelirdeki payı 1998-2002’de yüzde 80,2’dir. AKP’nin ilk beş yılında (“lâle devrinde”) bu oran yüzde 83,4’e; 2008 ve sonrasında ise yüzde 85’e yükseliyor. Kısacası, AKP’li yıllarda Türkiye halkının tüketimi, gelir düzeylerindeki artışı adım adım (ve artarak) aşmıştır. Olumsuz bir olgu (düşen tasarruf oranları) iktidar için bir nimete dönüşmüştür.

Bu tüketim artışının ayrıntılı dökümünü, kaynaklarını, sınıfsal yansımalarını araştırmamız gerekiyor. AKP iktidarına kitle (seçmen) desteğinin ardındaki etkenlerin bir bölümüne böyle ulaşabiliriz.

Durgunlaşan bir ekonomi tüketim artışlarını ve bunların bir bölümünü oluşturan kaynak aktarımlarını da frenleyecektir. İşgücüne katılımların tümüyle istihdam edilmesi, işsizlik oranını aşağı çekmek güçleşecektir. Yani, AKP-türü nimet dağıtma olanakları tükenmektedir.  2014’ten bu yana bu olgular açıkça hissedilmektedir.

• • •

Olumsuz ekonomik gelişmeler siyaseti elbette etkileyecektir. Olağan bir ortamda, bu tür etkenler siyasi iktidarların kendiliğinden el değiştirmesine yol açmaz. İktidarları sarsan, yaygın, etkili halk muhalefetlerinin seçim platformlarına yansımasıdır. Sadece iktisada bakalım ve CHP’yi örnek alalım: On üç yıl önce AKP’ye iktidar kapısını aralayan insafsız  programın mimarı Derviş’e davet çıkaran; Ali Babacan’ın “makul” politikalarını öven; “yapısal uyum” teranesine takılıp kalan CHP üst-yönetimi, bu tür bir muhalefeti temsil özelikleri taşımıyor.

Ancak, bu eleştirilerin arka plana kayacağı bir dönemdeyiz. Türkiye, olağan bir ortamda değil, faşizme sürüklenme süreci içindedir. Ekonomik ortamın bozulması, iktidarda “köşeye sıkışma” psikozunu besleyebilecektir. “Ne pahasına olursa olsun iktidarı koruma” önceliği vahimdir; hile, baskı ve şiddet yöntemleri ile faşizme geçişte kritik adımın atılmasına yol açabilir. Haziran son tarih olabilir.

Olağan durumların dışındaysak, “vadesi dolmuş bir iktidarı değiştirebilecek bir seçim ortamı içindeymiş gibi” düşünmek yanlıştır. Öyleyse parti tercihlerini tartışmak değil, faşizme geçişin son aşaması olan kritik adımı önlemek; bu olasılığa karşı etkili bir direnişi örgütlemek gündemde olmalıdır.