İngiliz The Economist dergisi, son sayısında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile ilgili bir yazıya yer verdi. Dergi, merkez bankalarının ağzından çıkan kelimelerin ciddi bir gücü bulunduğunu söylüyor. Örnek olarak da Mario Draghi’nin “her ne gerekiyorsa” sözlerinin avro bölgesindeki borç paniğini yatıştırmasını veriyor. Bazen de söylenmeyenin etki gücü olduğunu hatırlatarak, “İhtiyaç olursa ek sıkılaştırma yapılabilir” ifadesinin […]

İngiliz The Economist dergisi, son sayısında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile ilgili bir yazıya yer verdi. Dergi, merkez bankalarının ağzından çıkan kelimelerin ciddi bir gücü bulunduğunu söylüyor. Örnek olarak da Mario Draghi’nin “her ne gerekiyorsa” sözlerinin avro bölgesindeki borç paniğini yatıştırmasını veriyor.

Bazen de söylenmeyenin etki gücü olduğunu hatırlatarak, “İhtiyaç olursa ek sıkılaştırma yapılabilir” ifadesinin bizim Para Piyasası Kurulu metninden çıkmasının enflasyonla mücadele kararlılığı konusunda şüphe yarattığını, bunun da TL’nin dolar karşısında yüzde 1’den fazla değer yitirmesine yol açtığını öne sürüyor.

Makalenin ilerleyen bölümünde İstanbul seçiminin yenilenmesi halinde politik bir kargaşanın tetikleneceği, protestocuların sokağa çıkacağı, yabancı sermayenin çıkış kapısına yöneleceği ifade ediliyor. Erdoğan’ın devlet bankalarını daha düşük faizlerle kredi vermeye zorlamasının yanı sıra, TL mevduatların faizini düşürme telkinlerinin de son dönemde dövizi cazip kıldığı vurgulanıyor. Merkez Bankası’nın TL’yi ayakta tutmak için iki haftada 6,3 milyar dolar rezervi yaktığı iddiasına da yer veriliyor. The Economist diyor ki: Yerli bankaların TL ihtiyacının swap mekanizmasıyla döviz kabul ederek karşılanmasının uluslararası rezervleri yukarı çektiği ortada. Peki, önceki haftalarda hangi hamle rezervlerde kan kaybına yol açtı? Murat Çetinkaya’nın 30 Nisan tarihli basın toplantısının da bu konuya açıklık getirmediğine dikkat çekiyor.

Aslında belki söz konusu yorumları yeni bir bilgi içermiyor, ancak merkez bankaları gibi The Economist benzeri uluslararası yayınların etki gücü de oldukça yüksek. Bu yazının ardından TL’nin bu haftaki seyrinin olumlu etkilenmeyeceği de apaçık ortada.

Suça ortak olma sendromu

Vurgulanması gereken diğer bir nokta ise, son zamanlarda Saray çevrelerinin gazabını çeken Financial Times, The Economist tarzı küresel sermayenin yakından izlediği yayın organlarının karınlarından konuşmayıp, düşündüklerini dobra dobra söyleyebiliyor olmaları. Bizde ise ekonomi yorumcuları -korku belası- mesajlarını adeta şifreli, iyice törpülenmiş bir jargonla deli getiriyorlar.

Ekonominin küçülmesinin resmi söylemdeki ifadesi “dengelenme”, TL’nin diğer “yükselen ülke” paraları etkilenmemişken değer yitirmesi ise “negatif ayrışma” diye yumuşatılıyor. Bir de iktidarın oklarını üzerime çekmeyeyim kaygısıyla suça ortak olma sendromu var. Eleştiriler bir “biz” öznesi üzerinden, “bütçe elimizin altında olunca harcamayı kesemiyoruz”, “kurumsal yapıların özerkliğine saygı gösteremiyoruz”, “ne söylediğimizi kısa sürede unutuyoruz” tarzı bir üslupla dillendiriliyor. En son İstanbul seçiminde yurttaşın iradesini hiçe sayma girişimleri bile “bir an önce şu sorunu çözmemiş gerekiyor” şeklinde sorumluların adını, siyasi mensubiyetini ağza almadan değerlendirilmeye çalışıldı.

Ekonomi tartışmaları sosyal medyada

Aslında siyaset gibi ekonomiye ilişkin tartışmalar da büyük ölçüde sosyal medya mecralarına kaydı. Çünkü kimse TV kanallarındaki söylemi inandırıcı bulmuyor. Özellikle YouTube videoları büyük ilgi görüyor. “Dolar önümüzdeki ay 10TL”, “Bu hafta 8’i görürüz” tarzı çığırtkanlıkları bir yana bırakırsak, bu ortamda “piyasacı-neoliberal” söylemin egemen olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

En çok izlenen yorumcular bilinçli veya bilinçsiz neoliberal dogmayı ısıtıp önümüze koyan şahsiyetler… Bu söyleme göre, ekonominin sınıfsal tercihlerden, insanların geçim sorunlarından, ideolojilerden bağımsız kendine özgü kuralları var. Adeta fizik, kimya gibi doğal bir bilimden söz ediliyor. Kimyasal reaksiyonların izdüşümü de, “piyasa tepkileri” şeklinde ortaya çıkıyor. Kurallara aykırı davrananlar maazallah “piyasanın tokadına” muhatap olur, aksini aklınızdan bile geçirmeyin sakın havası egemen… Daha gevşek üsluplu bazı sosyal medya fenomenleri ise, “bana göre hava hoş, artır asgari ücreti istediğin kadar ancak sonra sızlanma sakın” mealindeki hiciv de katıyorlar şovlarına…

Yapısal reform düşleri

Bu zeminde aslında Türkiye’nin “15 günde, 15 reform” gerçekleştirdiği Kemal Derviş döneminin nostaljisi yaşanıyor. Şimdilik o dönem anılarda kaldığına göre, piyasaların dilinden anlayan, yapısal reformların gereğini müdrik Ali Babacan, Mehmet Şimşek gibi AKP’li figürler özlemle anılıyor. Zaten Gül Davutoğlu-Babacan ekseninde bir çıkış umudu besleyenler bir uçta  RTE’nin kapıya koyduğu liberaller ise, öbür uçta da piyasa disiplinine avdet edilmesini umut eden neoliberaller olmalı.

Hatırlanırsa “fren-gaz” tartışmaları Babacan döneminde başlamış; ekonominin tam gaz büyüyeceğini iddia edenlerle, “talebin dengelenmesi” gerektiğini söyleyenler ayrışmıştı. Şimdi ise ekonomi zaten stop etmiş, araba takla atmış durumda. Gerekirse frene basacak itidalli kaptanlar da bugünkü dertlere çare olmayabilir…

Ekonomi tartışmalarının büyülü konusu malum “yapısal reform” beklentileri. Bütün umutlar seçim sonrası Berat Albayrak’ın açıklayacağı pakete odaklanmıştı, o da ne yazık ki boş çıktı. Bu mecrada “ödevini yapmayanın öğretmen kulağını çeker,  biz de yapısal reformları ihmal edince Moody’s de kulağımızı çekti o kadar” türü didaktif aforizmalar pek prim yapıyor.

Ancak yapısal reformların objektif koşulları bulunmuyor. Neden mi? Çünkü Türkiye kağıt üzerinde IMF’nin-uluslararası sermayenin talep ettiği tüm yapısal reformları yapmış durumda: Dış ticaret alabildiğine liberal; borsa-DİBS-repo, finans kapital elverişli koşullarla istediği alana parasını park edebilir; yabancı sermayenin giremeyeceği sektör bulunmuyor; özelleştirme süreci neredeyse tamamlanmış durumda. Tarımdaki çöküntünün nedeni ise tam aksine aşırı yapısal reform uygulamak, Dünya Bankası’nın “doğrudan gelir desteği” programını eksiksiz hayata geçirmek, üretimi felce uğratmak  gibi görünüyor… Enerji sektörü ise benzer şekilde DB telkinleri doğrultusunda özelleştirmeden-fazla rekabetten bu hale gelmiş, borç batağına saplanmış durumda…Olsa olsa yapısal reformların dozunun fazla kaçmasından söz edilebilir.

“Kurumların bağımsızlığı“, “liyakate önem vermek”, “eğitim sistemini reforma tabi tutmak”, “teknolojide atılım yapmak” gibi temenniler de başkanlık sisteminin “fıtratına aykırı.” Cumhurbaşkanı açıkça İslami temellere dayalı, totaliter bir rejim arayışı içerisinde. Bu zihniyetten bilim, inovasyon, teknolojik atılım filan çıkmaz. Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü gibi kavramların burjuva demokrasisi çerçevesinde yaşam bulması bile artık hayal…  Böyle bir yapıda, olsa olsa Cumhur İttifakı’nın bileşenleri arasında “milliyetçilik-ümmetçilik” gerilimleri yaşanır.

Bu satırları okuyanların “kamucu-solcu-sosyalist ekonomi yorumcuları neden meydanı neoliberallere bırakıyorlar, yeterince etkin değiller?” sorusunu duyar gibiyim. Açıkçası sergilenen marifetlerin sosyal medya ortamında yeterince iltifata tabi tutulmadığı ortada. Biz de kafa yoralım ama, yukarıdaki sorunun cevabını siz değerli okuyucular, izleyiciler, takipçiler daha iyi verir diye düşünüyorum.