Hiç kuşku yok ki ekonomide hiçbir şey olumlu gitmiyor. Dağ gibi sorunlar ortadayken hiçbir gerçekçi çözüm ortada bulunmuyor. Gündeme sürülen çözüm hikayelerine bakınca, sorunun yanında oldukça fantastik kaldıkları kesin.
Öncelikle malum popüler olan dolar meselesi. Dolar kuru yükselmeye devam ediyor, hatta MB faizleri artırdığında bile dolar kurunun 3.80’lere sıçrayarak faiz adımına karşılık verdiğini izliyoruz. Normalde faiz artışının dolar kuru üzerinde aşağı yönlü bir harekete neden olacağı beklenir. Gelin görün ki Merkez Bankası elde TL tutmanın ödülünü arttırdığında, finans aktörlerinin ilk yanıtı daha fazla dolar almak oluyor. Bunun elbette bir nedeni var; kimse Türkiye’ye ne kin ne de husumet duyuyor. Sonuçta çıkarların konuştuğu bir piyasadan bahsediyoruz. Dolayısıyla burada çıkan genel sonuç, Türkiye ekonomisinde, Türk Lirası’nda kimse bir çıkar göremiyor.

Finansal algı, ekonominin reel işleyişiyle dolaylı olarak ilgilenir. Yani örneğin işsizlik, enflasyon gibi reel veriler, hisse senetleri performansına yansıdığı zaman, finans piyasalarının meselesi haline gelir. Bakın örneğin ABD’deki türev işlemlerin yarısından fazlasını kontrol eden JP Morgan, Türkiye hisseleri için ‘ağırlığını azalt’ tavsiyesi veriyor bugünlerde. Gerekçe olarak da ekonomide meydana gelen yıkıcı olumsuzlukların henüz şirketlerin hisse senetlerine yansımadığını, ekonomide küçülmenin, yüzde 12’lere yaklaşan işsizliğin, iç talepte yaşanan daralmanın ve de elbette kur etkisinin henüz hisse senedi fiyatlarına yansımadığını belirtiyor. Özel sektörün, çoğu kısa dönemli olan döviz borçlarının bir dinamite benzediği algısı, ortaya bir bir dökülen olumsuz verilerle birlikte ‘bu gidişle patlaması ve derin bir krize yol açacağı’ algısıyla birleşiyor. Bu kesimlerden gelen öneriler ise Merkez Bankası’nın faizleri daha yüksek bir oranda artırması ile sınırlı. MB faizleri örneğin 300 baz puan gibi bir oranda artırırsa, sorunun çözüleceğini, TL’nin yeniden değer kazanacağını, özel sektörün borç pozisyonunda risklerin giderileceğini, yeniden her şeyin güllük gülistanlık olacağını düşünüyorlar. Yani işin özü TL tutmak için daha fazla ‘ödül’ talep ediyorlar. Bu, ‘daha fazla ödülü’, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi riskleri büyüdüğü için talep ediyorlar.

Dolayısıyla içinde bulunduğumuz konjonktürün farklı ekonomi çevrelerince iki türlü okuması mevcut. Bir kesim, riskler daha da büyüyebilir, ekonomi bunu kaldırır, faizleri arttıralım iş çözülsün diye bakarken, diğer bir kesim bu risklerle ilgileniyor. ‘Riskler’ deyince terminolojik bir vaka gibi gözükse de, bahsettiğimiz işsizlik, üretim, gelir vb hayatın reel konularıdır.
Öncelikle yüzde 12’ye yakın bir işsizlikle karşı karşıyayız. Bu nedenle işsizliğin ciddileştiği bir ekonomi tanımı yapmakla başlayalım.

DİSK-AR’ın geniş tanımlı verisiyle işsizlik yüzde 19,6, yani yüzde 20’ye yakın. Tarım dışı genç işsizlik yüzde 24,6; genç kadın işsizliği ise yüzde 27,1. Bugünün işsizlik verileri, Türkiye’nin yaşadığı birçok kriz yılının işsizlik verilerinden daha yüksek, dibe vurduğu 2009’a ise oldukça yakın bir konum sergiliyor.

İşsizlik grafiği, 2001’e kadar olan krizlerin işsizliği anca yüzde 8,5’a çıkarabileceğini bize anlatırken, 2001’den sonraki dönemde yüzde 14’lere varan bir eğilimin içine itildiğimizi açıklıyor. 2001 ve sonrası, uygulanan ekonomi politikalarında işsizliği önemli bir zayiat olarak karşımıza çıkarıyor. Ve ne yazık ki bugün yüksek işsizlik oranı kalıcı bir halde gözüküyor.
Bunun önemli bir nedeni ülkede istihdam yaratacak yatırımların yapılmaması, kaynakların doğru yere, yani üretim, istihdam, katma değer yaratacak ve ülkeye gelir getirecek alanlara yönlendirilmemesidir. Bu bir yönetim anlayışıdır ve bugünkü sonuçları artık bunun sürdürülebilir olmaktan çıktığını gösteriyor.

Yeni teşvik paketine birkaç söz
Geçtiğimiz günler içinde yeni bir teşvik paketi açıklandı, bu konulara merhem olabileceği, ekonomiyi canlandıracağı ve döviz bağımlılığını düşüreceği iddiası ile. Adı da ‘Cazibe Merkezleri Programı’. Programın kapsamı ise sapla samanın birbirine karıştığını gösteriyor. 19,6 Milyar TL’lik bir bütçe ortaya konulmuş, yatırım için yer tahsisinden bina alım desteğine kadar devlet katkısı vaadi var. Bugün doğru düzgün ihracat yapamayan Türkiye’de üretimi destekleyen katkı kime ne yarar sağlayacak orası meçhul. Bunların, yani üretim, imalat gibi vaatlerin birer süslemeden ibaret olduğunu Başbakan Binali Yıldırım’ın açıklamasından anlıyoruz. Yıldırım, en büyük katkının çağrı merkezleri gibi hizmet kollarına yapılacağını söylüyor. Bir anda üretim ile ilgili ifade ettiği tüm sözler hizmet kollarına öncelik vereceğini söyleyince havada asılı kalıyor. İşte o zaman yine kaynakların gelir getirici işlere yönlendirilmediğini, eğreti istihdam biçimlerine yönlendirildiğini görüyoruz. Çok yazık.