Kaldı ki, gıda ve diğer ürünlerde dağıtım ve perakende tekellerinin oluştuğu, kent merkezlerinde AVM furyasının kök saldığı dönemde kendileri iktidarda değilmiş gibi. Marketlerin açgözlülüğüyle başa çıkmanın bütün denetim ve yasama araçlarına kendisi sahip değilmiş gibi!

Ekonominin ve siyasetin açmazları

Ekonomide 2018-2020 yılları yerinde sayma dönemi oldu: 2018'de yüzde 2,6; 2019'da yüzde 0,9; 2020'de de yüzde 1'in altında bir büyüme beklentisi. Bunların ortalaması, Türkiye'nin nüfus artışı düzeyinde kalıyor; üstelik dolar cinsinden kişi başına gelir geriliyor.

2020 yılı büyümesi, pandemik krizin etkileriyle, tam bir mehter takımı yürüyüşüydü: 1. ve 3. çeyrekte yüksekçe büyüme; 2. çeyrekte yüksek küçülme; 4. çeyrekte zayıf büyüme. Bu çeyrekler arasında en tuhaf olanı üçüncüsüydü. Ekonomiyi düşük faizli kredi pompalamasıyla canlandırmak için hazirandan itibaren verilen gazın soluğu gerçi çabuk kesilecekti ama görünürde 2020'nin bir küçülme yılı olması "engellenmişti" (ama damat kurtarılamamıştı)! Sonbahardan itibaren tam tersi politikalara mecbur kalınırken bu hesapsızlıkların ekonomik bedelleri de yüksek olacaktı.

EKONOMİ, AKP'Yİ YENER Mİ?

Ekonomik büyüme konusu, Türkiye'de iktidarların yerlerini korumaları açısından önemli görülür. RTE'nin düşük faiz saplantısının bir nedeni de budur. Zira, tıkanan büyümenin suçunu dış müdahalelere ve pandemiye atarak durumu kurtarmak, geçicidir. Olumsuzluklar uzun yıllar boyunca kalıcı olursa yurttaşların bilincinde yer edecektir. 2010 yılında 2023 hedefi kişi başı 25 bin dolar olan bir iktidarın, bugünkü revize edilmiş 2023 hedefi 10 bin dolara gerilemişse (ki buna 2007 yılında ulaşılmıştı), bunun görünmez kılınması mümkün müdür? Üstelik, 2020 yılı kişi başı gelir beklentisi, IMF'ye göre 7 bin 720 dolardayken yani 2006 düzeyinin gerisindeyken!

Gene de ekonomideki kötü gidişatta ekonomi yönetiminin ve Saray'ın sorumluluklarına bakarak, ekonomik başarısızlıkların iktidarın defterini düreceğini düşünmek, yanıltıcı yoldur. AKP iktidarının ekonomiyi ve özellikle de 2020'deki çifte krizi yönetme kapasitesi düşük olabilir; hatta 2018 deneyiminden ders almayarak 2020'de yeniden bir döviz krizini kışkırtmış olabilir. Ama normal bir ülkede ve normal zamanlarda yaşamadığımızı dikkate almadan bütün bunlardan kestirme sonuçlar çıkarılamaz.

AKP iktidarı, lehte koşulların etkisiyle ilk dönemindeki (2003-2007) yüksek büyüme temposunun rantını izleyen dönemlerde bolca yemişti. Kamu varlıklarının elden çıkarılması pahasına duble yollardan başlayarak görünür yatırımlara bol kaynak ayrılması, hanehalkının gelirlerinden ziyade borçlanma olanaklarını artırarak sahte bir refah etkisinin yaratılması, son yıllara kadar cazibesini sürdürmüştü. O kadar ki bugün bile o cilalı büyüme dönemlerine dönüşün hayalini sadece iktidar partisi değil, onun bağrından çıkan iki yeni muhalefet partisi dahi sata sata bitirememektedir.

Ama son yıllardaki çöküş, özellikle de istihdam krizinin çözümsüz kalması, bu hayal tacirliğinin sonunu getirebilir mi? Özellikle de pandemi krizi boyunca halka yüzünü değil de sırtını dönen bir iktidar profili söz konusu olduğunda. Hem prekarize edilerek (ücretsiz izin vs.) hem işsizliğe mahkûm edilerek hem yoksullaştırılarak hem de daha fazla ölerek pandemik/ekonomik krizin en büyük mağduru olan emekçi kesimler dikkate alındığında... İşyerleri kapatılan ve karşılığında bir gelir desteği dahi göremeyen geniş esnaf/küçük üretici kesimlerinin telafisiz kayıpları düşünüldüğünde...

Bununla birlikte ekonomiyi ve kamu hizmetlerini yönetme kapasitesinin zayıflığı, bu iktidar türünün toplumu ve siyaseti yönetme/yönlendirme kapasitesinin yüksekliği dikkate alındığında ikincil planda kalabilir. Bugünlerde iktidarın siyasi ataklarına bakılırsa tam da buna tanık olunmaktadır. Muhalefet cephesini bölmek, anamuhalefeti sürekli olarak savunmaya itmek için günaşırı olmadık suçlamalar icat etmek ve yargı sopasını kullanmak, MHP'li saldırganların fiziki tecavüzlerini hoşgörüyle karşılamak, HDP'yi kapatmak için fırsat kollamak, seçim yasasını ve Anayasa'da Cumhurbaşkanı seçilme nisabını değiştirmek üzere zemin yoklamak, seçimler olacaksa nasıl geçersiz kılınabileceği üzerine hesaplar yapmak gibi günlük rutine girmiş eylem ve tasarımlar bu iktidarın ayrılmaz parçasıdır.

"GIDA ALARMI" MASKARALIĞI

Gelelim iktidar politikalarının olmazlarına ve sürdürülemezliğine... İktidar cenahının saldırı hedeflerinde ekonomi de eksik olmuyor. Halkın gıda yetersizliğiyle hatta açlıkla boğuştuğu bugünlerde "enflasyonun nedeni faizdir" iddiasını şimdilik askıya alıp, yüksek gıda fiyatlarının nedeni olarak marketleri hedef göstermek hem bir algı hem de bir çaresizlik operasyonudur. "Gıda Alarmı" denilen yeni icat aslında 2016'daki "Erken Uyarı Sistemi" ve göstermelik Gıda Komitesi'nin işe yaramaz kalıntısı olarak piyasaya sürülmüştür. Bunun yanında PTT'ye birkaç ürün için tanzim satış görevi verilmesi de gerçekler önünden kaçıştır. (2019 yerel seçimleri öncesinde de iktidar mobil tanzim satışlar uygulamasına girişmiş ama bu, seçimleri kaybetmesini önleyememişti).

Peki, nedir bu kaçılan gerçekler? Yüzünü işsize, tarımsal küçük üreticiye, gelir kaybına uğrayan esnafa ve çeşitli yoksun kesimlere dönük maliye politikalarından sürekli kaçış halidir. Gıda egemenliğini ana eksenine alan doğru tarım ve tarımsal sanayii politikalarından ısrarla uzak durmaktır. Oysa bu dönüşümler olmadan gidilebilecek yol kalmamıştır. Ama bu yol da AKP'nin kendini inkârı anlamına gelecektir.

Neden mi? Düşünelim. Karşımızdaki iktidar döneminde:

(i)Tarıma dönük girdi üretiminde ve destekleme alımlarında rol oynayan neredeyse tüm KİT'ler IMF/DB politikalarının direktifleriyle tasfiye edilmiştir;

(ii)Ülkenin ve tarımın dışa bağımlılığı inanılmaz ölçülerde artmış ve Türkiye bir net tarım ürünleri ithalatçısına dönüştürülmüş; gübre, tohum, ilaç, yem gibi tarımsal girdilerde dışa bağımlılığı katmerlenmiştir;

(iii)Üreticiden tüketiciye ulaşmanın en kestirme yolu olan tarımsal kooperatifler desteksiz/kredisiz bırakılmış; Tarım Satış Kooperatif Birlikleri zayıflatılırken, bunların tarımsal sanayi işletmelerini satışa/tasfiyeye zorlayan IMF/DB programının dayatmalarına harfiyen uyulmuştur;

(iv)Tarım Kanunu'nun hükümlerini uygulamayarak desteksiz bırakılan çiftçi, ipotekli tarım kredilerine mecbur kılınarak mülksüzleşmeye itilmiştir;

(v)Geçici bir doğrudan destek uygulaması yoluyla çiftçi üretimden soğutulmuş ve milyonlarca çiftçi ve milyonlarca hektar ekim alanı üretim dışına çıkmıştır;

(vi)Meralar büyük sermayeye açılarak tarımdaki yem açığına yeni bir darbe vurulmuş ve maliyet baskısı altındaki hayvancılık (neredeyse tüm tarım için olduğu gibi) ekonomik bir faaliyet olmaktan çıkmıştır...

Bütün bunların sorumlusu değilmiş, belediyelerin halka ucuz gıda maddeleri ulaştırmasına en büyük engelleri çıkartan kendisi değilmiş gibi (İzmir BB'ne kooperatiflerden ürün aldığı için dava bile açılmıştı!), şimdi tek günah keçisi olarak marketleri/bakkalları göstermek az çarpıtma değildir. Kaldı ki, gıda ve diğer ürünlerde dağıtım ve perakende tekellerinin oluştuğu, kent merkezlerinde AVM furyasının kök saldığı dönemde kendileri iktidarda değilmiş gibi. Marketlerin açgözlülüğüyle başa çıkmanın bütün denetim ve yasama araçlarına kendisi sahip değilmiş gibi! Bu arada iktidara yakın market zincirlerinin (Et ve Süt Kurumu'nun 2017'de anlaşmalı marketlerle 81 ilde sözde uyguladığı indirimli et satışları üzerinden) -halkı aldatarak- nasıl kollandığı da unutulmadı.

Halka dönük maliye politikaları uygulamaktan ısrarla kaçarken, sıfır maliyetli "alarm", "erken uyarı" ve göstermelik ayçiçek yağı dağıtımı üzerinden durumu kurtarabileceğini sanan iktidar cenahı fena halde hayal görüyor demektir.

SERMAYE, ALTERNATİF ARIYOR MU?

Ama bu "fiyat istikrarı" kampanyasının daha ilginç bir yönü oldu. İktidar, sermayeyi denetleme gücünün azalmayıp arttığını gösterme fırsatını buldu. Sermayenin bir araya kolayca gelmeyen örgütleri iktidarın kuyruğuna dizilerek ortak açıklama yaptılar! MÜSİAD ve TOBB zaten hep hazır askerdiler. Türkiye Esnaf ve Sanaatkârlar Konfederasyonu (TESK) yönetimi, bu dönemin en çok kaybeden kesimi olan esnafı şimdiye kadar iktidarın yörüngesinde denetim altında tutmakla uğraşıyordu. (TESK'in AVM furyasına karşı ciddi bir mücadele verdiğini duyan var mı?). Asıl ilginç olanı, büyük burjuvazinin kibirli örgütü TÜSİAD'ın da bu örgütlerin yanında arz-ı endam etmesiydi. İktidar, sermaye örgütlerini topluca arkasına dizebilmişti!

Gerçi TÜSİAD'ın kalibresinin düşüklüğü AKP döneminde epeydir belirginleşmişti. Büyük sermayenin AKP dönemindeki durduralamaz sermaye birikim hızı bunun altyapısını oluşturuyordu. Daha yakınlarda anamuhalefet partisi Yap-İşlet-Devretler üzerinden devleti soyan projelerin kamulaştıracağını söylediğinde, yağ lekesi etkisinden korkan TÜSİAD'ın sert tepkisi gecikmemişti. Şimdi iktidarı fiyat istikrarsızlığının baş sorumluluğundan azad edercesine bir "fiyat istikrarı" bildirisinin paydaşı olması, TÜSİAD'ın düşük kalibresinin tescil edilmesi bakımından iyi de olmuştur.

Peki, anamuhalefet partisinin TÜSİAD'a ve TOBB'a yakın durmak için sarf ettiği onca çabaya ne oldu? Muhalefet partilerinin belki de artık anlamaları gereken şey, burjuvazinin kendilerinden çoktan umudu kesmiş olduğudur. Bence bu son bildiri, sermayenin artık iktidara bir siyasi alternatif peşinde olmadığının son göstergelerindendir. Büyük sermaye açısından bunun birçok nedeni vardır:

Birincisi, iktidar blokunun iktidardan gideceğine ve mevcut muhalefetin bu iktidarı yenebileceğine dair düşüncelerinin değişmiş olması. AKP'den koparak partileşen iki hareketin beklentileri karşılayamayacak birer ölü doğum oldukları anlaşılmıştır. Buradan, önceleri arzu ettikleri seçenek olan RTE'siz bir AKP formülü çıkmayacaktır.

İkincisi, muhalefet cephesinin çok parçalı yapısının uzun soluklu bir iktidara zaten elvermeyeceği ve sermayenin sınıf çıkarlarını korumak açısından bu tür bir iktidar yapısının zayıf ve sorunlu olacağı.

Üçüncüsü, kendisi de kapitalistleşme sürecinden geçmekte olan mevcut iktidar üyelerinin sermayenin çıkarlarına bağlılığının artık bir sınıfsal aidiyet duygusu üzerinden kurulmaya başlaması nedeniyle, hiçbir iktidarın bugünkü iktidar kadar sermaye çıkarlarını kollayamayacağına inanılması.

Dördüncüsü, ekonomi yönetimi kararlarının üç yıldır krizi azdıran bir içerikte olmasına karşın, Kasım 2020'deki ekonomi yönetimi değişikliği ve sıkı para politikalarına dönülmesinden sonra iç ve dış sermaye çevrelerinin taleplerinin büyük ölçüde karşılanmış olması. Buna, maliye politikalarında da sıkılığın korunacak olmasına duyulan güven de eklenebilir. Para politikaları bağlamında benzer bir politika değişikliği öneren muhalefetin (CHP, DEVA...) programının böylece şimdiden karşılanmış olması kadar önerebileceği ve ucu kendisine dokunabilecek sosyal içerikli maliye politikalarının önünün kesilmiş olmasını da sermaye kazanç hanesine yazacaktır.

Beşincisi, bu iktidarın üç yıldır krizde olan bir ekonomiyi hiçbir toplumsal tepkiye meydan vermeden götürmesinin, sendikalaşmayı, grevleri, her türlü hak arayışlarını mevcut muhalefet partilerinin yapamayacağı kadar baskılayabilmesinin, din üzerinden her türlü istismar ve aldatmacayı sıradanlaştırmasının, onu vazgeçilmez kılması.

Halkın, bunca yılın yıpranmışlığına rağmen, RTE'den vazgeçmiyor oluşu (RTE, Türkiye sağının çıkardığı en efsunlayıcı liderdir) sermaye açısından bir fırsattır da. RTE'nin sermaye tarafından dizginlenmesinde zaman zaman sıkıntı çekilmesi ise madalyonun handikaplı yüzüdür. Hatta şimdi gelinen noktada RTE, tam tersine, sermayeyi kendine tâbi kılmada yeni bir eşiği aşmış gibidir. (Bu da gene büyük burjuvazinin kalibresinin düşüklüğüyle de ilgilidir). Bu ilişkinin, hadi karşılıklı bağımlılık ilişkisinin diyelim, sürebilmesi için RTE'nin de bazı tavizlere zorlanması mümkün olacak mıdır? Göreceğiz.

Ama her durumda, sermayenin kendisine bir alternatif siyasi iktidar arama sevdasını önemli ölçüde geride bıraktığını söylemek mümkündür. Sermaye, kendi sınıf iktidarını perçinlediği ve kendi yaşam alanına aşırı müdahaleleri frenlediği ölçüde Erdoğan iktidarının dinci otoritaryen yapısından rahatsız değildir.

Aslında dış dünyanın tercihlerinin de benzer yönde olabileceği, öte yandan Biden sonrasında Erdoğan iktidarının kendine yeni ayarlar vererek iç ve dış tercihlerin kesişme noktasında kendini yeniden var etmeyi hedeflediği söylenebilir.

SONUÇ

Bu hesaplar, bir yandan da iktidarın ve sermayenin ülkeye maliyetinin yükseldiğini göstermektedir. Bu talan düzeni sürdürülebilir değildir. AKP'nin ve sermayenin sırtını dayadığı korku ve şükretme rejimi, artık zamanaşımına uğramış gibidir.

Muhalefet ise, neoliberalizmi düşünsel düzlemde dahi aşamıyor olmanın sancılarını yaşamaktadır. Öyle olunca da, 2019 yılının yerel seçim zaferinin rantını yemekten öte ufka sahip gözükmemekte; "güçlendirilmiş parlamenter rejim" zayıf tutkalından başka ortak payda oluşturamamakta, tek çıkış yolu olarak seçimleri görmekte ve yanılmaktadır. Üstelik, "başkan" adayları etrafında partilerin dizildiği türden bir yarışta kitlelere henüz ortak bir lider adayı gösterebilecek durumda dahi değilken... İktidar kan kaybederken muhalefet yamalı bohça görüntüsünden kurtulamamaktadır.

Gerçi bu zor dönemlerde düğümü gene halk kitleleri çözecektir. Ama onun işini kolaylaştırmak da muhalefetin işi değil midir?