Ekososyalizm ya da kapitalizmden gerçek ekolojik çıkış
Fotoğraf: Unsplash

Mesut Yıldız

Kapitalizmin yarattığı çevresel tahribat günümüzde az çok herkes tarafından bilinmektedir. Belki toplumsal olarak ekolojik krize dair kapsamlı bir bakışa sahip olmasak da içinde yaşadığımız düzenin ekolojik olarak sürdürülemeyeceği çoğunluk tarafından kabul görmektedir. Bu yazıyı yazarken aslında içinde bulunduğumuz ekolojik krize veya bu krize dair uyarı sinyallerine (buzulların erimesi, sera gazlarının artması vs.) yer vermeyi planlamıştım. Kapitalizmin bizzat kendisi bu krizlere karşı ekolojik bir alternatif yaratabilme ‘kapasitesi’ ve iddiası içinde olduğu için ekolojik krizi sözüm ona tersine çevirecek bu tür alternatiflerin krizini yazmayı tercih ettim. Ancak bu sayede, kapitalizmin kendi doğası gereği ekolojik olarak sürdürülemez olduğu ve ekososyalizmin bir seçenek olarak zorunluluğu anlaşılabilir.


Ekolojik krize dair bütün alternatiflerin doğal olarak kapitalist ilişkilere eklemlenme amacı taşıdığı elbette söylenemez. Ancak ortaya atılan her ekolojik alternatif hareket, kapitalizme karşı politik ve ideolojik bir seçenek yaratmadığı sürece özümsenip ona dahil olmaktadır. Bunun en belirgin örneklerini yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve endüstriyel tarıma karşı oluşturulan tarımsal sistemlerde görebiliriz. Rüzgâr enerji santralları, jeotermal enerji gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı kapitalizmin enerji üretimi için ekolojik modeller olarak görülmektedir. Bu enerjilerin kullanımının beraberinde getirdiği dinamikler ise kapitalizmin doğasına uygun şekilde cereyan etmektedir. Yenilenebilir enerji genel itibarıyla büyük sermaye gruplarının çevreye verdikleri zararın negatif dışsallık1 maliyetini azaltmak için kullandığı kaynaklara dönüşmüştür. Büyük sermaye grupları, yenilenebilir enerjiler sayesinde çevresel maliyetlerini ödememektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları, bu çevresel dışsallık maliyeti ile inşa edilip bir kazanca dönüştürülmektedir. Hatta bu kaynaklardan üretilen enerjilere çoğu zaman hükümetler tarafından alım garantisi verilmektedir. Bunun dışında, bu enerji kaynaklarının uygulanışı başka şekillerde sonuçlar ortaya çıkarmaktadır: Karadeniz’de ki HES vakaları ya da Aydın’da JES’ten kaynaklı incir ve zeytin üretiminin ciddi zarar görmesi vb. örnek gösterilebilir.

Başka bir tartışmayı özellikle egemen tarımsal üretime alternatif modellerde görürüz. Bugün endüstriyel tarıma, yani yoğun kimyasal ilaç ve gübre kullanımına karşı yapılan tarıma karşı en yaygın seçeneklerden biri organik tarım modelidir. Organik tarım ya da diğer alternatif modeller (iyi tarım/permakültür/ekolojik tarım vb.) 1960’larda başlayan yeşil devrimin yarattığı olumsuz çevresel etkiye reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bir süre sonra organik tarım büyük tarımsal üretim sermayelerinin ve gıda zincirlerinin önemli bir aracı haline gelmiştir. Tarımsal üretim ilişkilerine hâkim sermaye, organik tarımsal üretimi endüstriyel anlayışa uygun şekilde monokültür bir ekimle yaygınlaştırmıştır. Bu alanda gelişen pazarda da organik ürünler fiyatlar açısından herhangi bir tüketicinin ulaşması zor tarımsal ürünlere dönüşerek başka bir sınıfsal ayrım yaratmıştır.

Yukarıda verilen örnekler yaygınlaştırılabilir. Ancak asıl olan kapitalizm içinde alternatif her arayışın var olan üretim biçimi ve ilişkileri içine eklemlenmesi ve bunun kaçınılmaz olmasıdır. Bu noktada alternatif bir seçenekten bahsetmek için sadece pasif bir nesne gibi ele alınan doğa ile kurulan yok edici ilişkimiz değil, aynı zamanda doğa ve insan emeği arasında kurulan ilişki ve kapitalizmin bu ilişkide yarattığı yarılma ele alınmalıdır. Ancak bu sayede gerçek bir bütüncül ekolojik perspektif sunulabilir. İşte tam bu noktada ekososyalizm gerçek bir seçenek olmaktadır. Ekososyalizm, egemen kapitalist üretim biçimi ve ilişkilerinin doğal sonucu olan ekolojik krizin nedenlerinin, çelişkilerinin ve çıkış yollarının temelini saptayan politik bir harekettir (Löwy 2014, 25). Bu anlamda da radikal bir alternatiftir. Ekososyalizmin kuramsal tarihi en fazla 30 yıla kadar uzansa da aslında Marx ve Engels’in sunduğu perspektif sayesinde çok kısa zamanda önemli bir hareket olmayı başarmıştır.

Ekososyalistler Marx ve Engels’in kapitalizmi eleştirirken-sanılanın aksine-ekolojiye olan ilgilerini göstermişlerdir. Marx ve Engels, dönemine göre çok erken olarak kapitalizmin doğa üzerinde oluşturduğu tahakkümü ve yıkıcı etkiyi fark etmiştir. Marx, Kapital’de tarımsal üretimle yakından ilgilenmiş ve kapitalist toprak rantı eleştirisini toprak kimyası, toprak fizyolojisi vb. alanlar ile sıkı bir ilişki halinde yazmıştır. Engels’e mektubunda, toprak kimyacısı Liebig’den çok etkilendiğini ve onun en önemli özelliğinin modern tarımın yarattığı olumsuz etkiyi göstermesi olduğunu yazmıştır. Marx insan ve doğa arasındaki ilişkiyi metabolizma (stoffwechsel) kavramı ile tanımlamıştır. Ona göre tarım ile sanayi üretiminin eşzamanlı büyümesi, emek ve doğa sömürüsünde birleşmiş ve bu durum metabolik bir yarılmaya neden olmuştur. Yani Marx’ın deyimiyle “Büyük toprak mülkiyeti tarımsal nüfusu giderek azalan bir asgariye indirmiş ve karşısına kentlerde toplanmış sürekli büyüyen bir sınai nüfus çıkarmıştır; bu yolla, toplumsal metabolizmanın, hayatın kendi doğal yasalarınca konulmuş olan bu metabolizmanın karşılıklı bağımlı sürecinde onarılmaz bir yarılmaya neden olan koşulları üretmiştir” (Foster 2001, 222).

Ekososyalistler, metabolizma tanımını ve kapitalizmde meydana gelen metabolik yarılmayı hem tarihsel sürecinde hem de var olan ekolojik kriz ekseninde, Marx ve Engels’in sunduğu bütüncül yöntemle tekrar yorumlamaktadır. Bunu yaparken, kapitalist üretim biçimi ve ilişkilerinin dönüşümü ile beraber insan, doğa ve doğa ile kurulan ilişki biçimimiz olarak emeğin arasında, tekrar ekolojik bir bağ kurulmasının gerçekçi bir yöntemini sunmaktadırlar. Kapitalizmin ekolojik eleştirisinin böylesine bütüncül bir perspektiften yapılması, kapitalizmin alternatif arayışlarının gerçek görünümünün anlaşılmasını sağlamaktadır. Bununla beraber ekolojik bir hareketin ya da eylemin ekososyalist olması, kapitalizm ve sosyalizmin arasındaki uzlaşmazlıktan dolayı zaten kapitalizme eklemlenmesini imkânsız kılmaktadır. Kısacası, insan ve doğa arasındaki ilişkilerin devrimsel bir dönüşümünü gerektirdiği ve bu dönüşüm sırasında kapitalizmin-yukarıda verilen örnekler gibi-kendi iç çelişkilerinin kuramsal olarak ortaya konduğu politik bir ekolojik seçenek mevcuttur. Ancak bu seçenek insan ve doğa arasındaki uzlaşması zor ilişkinin sadece farklı ekolojik bir alternatifi olarak düşünülmemelidir. Olabilecek şey, ekolojiyi de içine alarak doğanın kendisi ve parçası olarak bizim, doğa ile kurduğumuz ilişkinin en yaşanılır halde sürdürülmesinin zorunluluğudur. Marx’ın deyimi ile (aktaran Yıldız 2017, 221):

İnsan doğadan yaşar, yani doğa onun bedenidir,
ölmemek için onunla daimî bir diyalog sürdürmelidir.
İnsanın fiziksel ve zihinsel olarak doğaya bağlı olduğunu söylemek,
insan doğanın bir parçası olduğundan, basitçe doğanın
kendi kendisine bağlı olduğu anlamına gelir.


Kaynakça
Foster, J. B. 2001. Marx’ın Ekolojisi: Materyalizm ve Doğa. çev. Ercümet Özkaya. Ankara: Epos Yayınları.
Löwy, M. 2014. Ekososyalizm: Kapitalist Ekolojik Felakete Radikal Bir Alternatif. Çev. Hande Turan Abadan. Ankara: Epos Yayınları.
Yıldız, M. Y. 2017. “Anaakım Ekolojiye Marksist Müdahale: Bir Tarımcının Doğa- Değer Tartışmalarına Bakışı.” Anaakım Bilimlere Marksist Müdahaleler, ed. Alper Dizdar, 221-249. İstanbul: İleri Kitaplığı
1Bir ekonomik birimin (alıcı veya satıcı) gerçekleştirdiği ekonomik faaliyet (üretim veya tüketim) sonucunda, başka ekonomik birimlerin bundan olumlu veya olumsuz etkilenmesine ve bu etkiyi tazmin edici bir bedelin ödenmemesine dışsallıklar denir.