Çin’i ürkütmeme kaygısındaki Obama, hassas sorunları telaffuz bile etmedi. Buna Japonya da dahil. Obama ile Asyalı liderlerin ciddi boy

Çin’i ürkütmeme kaygısındaki Obama, hassas sorunları telaffuz bile etmedi. Buna Japonya da dahil. Obama ile Asyalı liderlerin ciddi boy farkı nedeniyle selamlamak için biraz fazla eğilmek zorunda kalınca da, “el pençe divan bir ABD başkanı” sıfatıyla mizah konusu oldu
Geçtiğimiz hafta ABD Başkanı Barack Obama Japonya’dan başlayıp Güney Kore’de noktalanan Asya turundaydı. Geziye beklendiği gibi Obama’nın üç günlük ara durağı Çin damgasını vurdu. Bu ona aynı zamanda icraatının henüz ilk yılı dolmadan Pekin’e ayak basan ilk Amerikan başkanı sıfatını da kazandırdı. Daha başkanlık kampanyası sırasında, “artık çok kutuplu dünya gerçeğini kabul etmek gerekir” mesajı veren Obama bu gezide de, “dünyanın en önemli sorunlarını tartışmak için iki ülkeden kurulu bir komiteye ihtiyaç olduğunu” söyledi. George W. Bush’un kabadayı stiline alışan Amerikan medyası da Obama’yı Çin’deki temaslarında pek süklüm püklüm bulduğu için kıyasıya eleştirdi.
Popüler yayınlarda “Chimerica”, “G-7’den G-2’ye” lafları havada uçuşsa da her iki ülke yetkilileri de “G-2” lafını telaffuz etmekten titizlikle kaçınıyor. Çünkü bu söz hem dünya sahnesinde konumunu yitirmekten rahatsız AB’nin, hem de Çin’e benzer iddialar taşıyan Hindistan, Rusya, Brezilya gibi merkezlerin hoşuna gitmiyor. Pekin yönetimi ise, Deng Xiaoping’in, “parlaklığını gizle her yönünü açık etme” sözünü akıldan çıkarmayıp, “düşük profil vermeyi tercih ediyor. Böylelikle büyük güç olmanın nimetlerine konarken, külfetlerinden de kurtulabileceğini hesaplıyor. ABD’ye gelince, artık dünyanın tek hegemonu olmadığının farkında. Yine de alıştığı, bisiklet tekerleğine benzetilen, her ülkeyle en yakın ilişkinin kendisi üzerinden kurulmasına dayalı “adam adama markaj” modelini sürdürme gayreti içerisinde. Küresel sistemde en belirleyici ülke konumunu korumasına yardımcı olacak bu stratejinin başarısı, her muhatabına sikletine uygun bir ilgi gösterebilmesine, ikili ilişkiler kurabilmesine bağlı. Çin de haliyle bu itibar hiyerarşisinde en hızlı yükselen güç konumunda. Haliyle gariban ülkelere bu denli mültefit davranılmıyor.
Çin’i ürkütmeme kaygısındaki Obama, üç günlük gezisi boyunca Tibet, Tayvan, Sincan Uygur bölgesindeki hassas sorunları telaffuz bile etmedi. Genel geçer bir özgürlük, demokrasi söylemiyle yetindi. Buna Japonya da dahil. Obama ile Asyalı liderlerin ciddi boy farkı nedeniyle selamlamak için biraz fazla eğilmek zorunda kalınca da, “el pençe divan bir ABD başkanı” sıfatıyla mizah konusu oldu. 1998’de Bill Clinton’un, 2002’de George W. Bush’un Çin gezileri sırasında yaptıkları konuşmaların Çin ulusal televizyonundan tüm ülkeye yayınlandığı, buna karşın Obama’nın konuşmasının sırf Şanghay’dan izlenebildiğinin hatırlatılması haliyle ABD’nin borusunun eskisi gibi ötmediği yorumlarına neden oldu.
DEHŞET DENGESİ
Bilindiği gibi Çin, ABD’nin en önemli alacaklısı. ABD’nin net dış borcu 3.5 trilyon dolar. Sırf bu yılın bütçe açığı 1.5 trilyon doları buluyor, bu açığın finansmanı da ülkenin borçlarının hızla artışına yol açıyor. Buna karşın Çin’in 2.3 trilyon dolarlık rezervlerinin yüzde 60’ı dolar cinsinden, büyük ölçüde de ABD Hazine kağıtlarına bağlanmış durumda. Bu da iki ülke arasında bir “dehşet dengesi” oluşturuyor. Bu soğuk savaş sırasında ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki “karşılıklı imha” kapasitesine dayalı nükleer dengenin ekonomik izdüşümü olarak görülüyor. Çin hızla elindeki varlıkları satarsa, doların düşüşünü hızlandırarak ABD ekonomisine güvenin iyice sarsılmasına neden olabilir, bu aynı zamanda elindeki portföyün değerinin düşmesini getirir, diğer bir deyişle dönüp kendini vurmuş olur. Benzer biçimde ABD kemerleri sıkar da Çin’den mal talebini iyice kısarsa bir anda Pekin’in hızla büyüyen ekonomisine fren yaptırabilir, bu hamle Çin’in dış fazlalarını buharlaştıracağı için en büyük finansörünü kaybetmesi,onun da kendi silahıyla vurulması anlamına gelebilir. 2009 haziranından beri Çin, parası yuanı dolara sabitlediği için düşen dolarla birlikte dış ticarette rekabet gücünü artırıyor, ekonomi büyüdükçe, dış aleme mal satabildikçe, hazine bonolarından uğradığı kaybı sineye çekmesi kolaylaşıyor. Kısaca, şimdilik Çin ve Amerika arasındaki “dehşet dengesi” sürüyor, bu durumdan en fazla paraları değerlenen, ihracatları olumsuz etkilenen AB ve Japonya şikayet ediyor. Ama güçleri şimdilik bu gidişatı engellemeye yetmiyor.
Obama’nın Asya turunun arefesinde, Çin bankacılık düzenleme kurulunun başkanı Liu Mingkang Amerikan Merkez Bankası’nı şiddetle eleştirdi. Doların artan likiditesinin ucuza borçlanmayı kolaylaştırdığını, bunun da yüksek getirili varlıklara yapılacak yatırımı dolarla finanse eden “carry trade”i tetiklediğini, böylece varlık fiyatlarının şişerek krizin nüksetmesine neden olabilecek bir risk yarattığını söyledi. Çin’in sözünün artan ağırlığı, ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke’nin alelacele “güçlü dolardan yanayız” açıklaması yapmasıyla teyit edildi. Obama da Pekin’de Fox televizyonuna verdiği mülakatta, artan kamu açıkları ve borçlar için duyduğu kaygıyı dile getirerek, aksi takdirde “iki dipli durgunluğun” kaçınılmaz olduğunu ifade etti. Amerikan yetkililerinin açıklamaları inandırıcı görünmese de, Çinlilerin ağzının içine baktıklarının açık bir kanıtı kabul edilebilir.
Benzer bir durum dış ticaret cephesinde de gözlendi. ABD’nin eylül ayında Çin menşeli otomobil lastiklerine cezalandırıcı gümrük tarifesi uygulamasına girişti. Çin mukabele etmekte gecikmedi, ardından da, “hâlâ ABD serbest ticareti savunmaya kararlı mı?” türünden açıklamalar yapmayı ihmal etmedi. Üstelik Çin’in elinde rekabetin ihlaline ilişkin daha fazla malzeme bulunduğu anlaşıldı. Bunun üzerine ABD’li yetkililer savunmaya geçti, “dostlar arasında olur böyle anlaşmazlıklar, tabii ki başkanımız korumacılığa karşı” yollu açıklamalarla sorunu hafifletme yoluna gitti.
Dünya ekonomisi şiddetli bir krizle sarsılırken Çin’in dinamizmini koruması, 2009’da yüzde 8’in üzerinde bir büyüme performansı sergileyeceğinin anlaşılması, “Çin’in önlenemez yükselişi” tartışmalarını da yoğunlaştırdı. 2008’de Çin ekonomisinin büyüklüğü 4.4 trilyon dolarla ABD’nin çok altında olsa da, projeksiyonlar Çin’in gelecek yıl Japonya’yı, 20 yıl içerisinde de ABD’yi yakalayacağına işaret ediyor. Bazı yorumcular ise tam 20 yıl önce benzer bir değerlendirmenin Japonya için yapıldığını, tam tersine ABD’nin farkı iyice açtığını hatırlatıyor. Burada en önemli faktörü, emek gücünü ihmal etmemek gerekiyor. Japonya 300 milyonluk ABD’nin sadece üçte biri nüfusa sahipken, Çin, ise 1.3 milyarlık bir ülke.
BİRAZ ÇİN TARİHİ
2009 yılı Çin devriminin 60., Tianonmen vakasının 20., ABD ile Çin arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kuruluşunun ise 30. yılına denk geliyor. Türkiye’de, hatta Batı aleminde Çin’e ilişkin bilgiler çok sınırlı ve ön yargılarla dolu. Sincan Uygur bölgesindeki kargaşayla alevlenen ilgi, kısa sürede yerini yine yukarıda da yer verdiğimiz genel geçer ekonomik karşılaştırmalarla sınırlı, ufku dar analizlere bıraktı.
Biraz tarih bilgimizi tazelersek, Çin aşağı yukarı iki bin yıldır sınırlarında fazla bir değişiklik görmemiş dört bin yıllık bir devlet. Son iki yüzyıl bir yana bırakılırsa; Asya’nın en zengin ülkesi, dünyanın ise en zengin ülkelerinden birisi olageldi. Bu zenginliğe en büyük darbe, afyon ticaretini serbestleştirme bahanesiyle, Britanya tarafından vuruldu. Britanya Kraliyet Donanması Şubat 1841’de silahlanma yarışına girmeyen, başka ülkeleri işgal sevdası bulunmayan, denizaşırı imparatorluk tasavvuru geliştirmeyen Çin’i dize getirdi. Arkasından Fransızlar,  Almanlar, Amerikalılar derken Çin 20. yüzyıl başlarında tüm emperyalist güçlerin cirit attığı bir arena haline geldi. Avrupalı güçler arasında savaşmak norm, barış istisna iken, Doğu Asya ulusal devletleri sınır savaşları bir yana, askeri rekabetten ve coğrafi genişleme hülyalarından uzak bir yaşam sürdürüyorlardı.
Çinliler tarih boyunca Çin’i dünyanın merkezi olarak görmüşler, zaten ülkelerini de, “Merkezi Krallık” diye adlandırmışlar. Böyle bir algı içerisindeyken, Batılı ülkelere yenilmek ruh dünyalarında derin yaralar açıyor. Ama asıl 1895’te Japonya’ya karşı yenilgiyi, 1931’de Japonlar’ın Çin’in kuzeyini işgalini, ülkenin 1945’e kadar Japon boyunduruğunda kalışını bir türlü içlerine sindiremiyorlar. Aslında Çin’de cumhuriyet 1912’de ilan ediliyor. Ama gerçek ulusal birliğin sağlandığı, 150 yıllık gerilemenin sona erdiği eşik, Çin devrimi. 1949 bir sosyalist devrimden öte antiemperyalist bir devrim. Tarihçi Kenneth Pomeranz, “Büyük Iraksama” kitabında Çin’in yüzyıllık kesinti sonrası 1949 Büyük Çin Devrimi’yle dünya liderliği konusunda doğal konumuna yerleştiği tezini öne sürer. Diğer bir deyişle Çin'in ,”ileri doğru büyük atılımı” o gün başlıyor, bazı yol kazalarıyla bugün de sürüyor.
ÇİN’E KARŞI ABD STRATEJİLERİ
ABD strateji kuruluşlarının da artık günlük değerlendirmelerin ötesine geçtiğini, örneğin ABD Ulusal Haberalma Konseyi’nin Kasım 2008 raporunda Amerika’nın 2025’te hâlâ güçlü ama artık egemen olmayacağı; dünyanın çok kutuplu daha az merkezi bir görünüm sergileyeceğine dikkat çektiğini, “Batı’dan Doğu’ya göreceli refah ve ekonomik güç kayışının devam edeceğini” saptadığını hatırlatalım.
ABD’nin özellikle Çin’in yükselişine sessiz kalmayacağını, bu rekabeti sırf ekonomik düzlemde kabul etmekle yetinmeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Geçen yıl yitirdiğimiz Marksist tarihçi Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de” adlı son eserinde Council for Foreign Relations’ın (CFR) yayın organı Foreign Affairs dergisindeki emperyal strateji tartışmalarını aktarır. Ortada üç strateji vardır: Birincisi ve en mutedili, Henry Kissinger’ın Çin’le bir uzlaşma zemini sağlamayı ve aynı zamanda onu siyasi-iktisadi mekanizmalarla çevrelemeyi öngören tezdir. Diğerleri ise, Çin’e karşı bir yeni Soğuk Savaş açmak veya komşularıyla birbirine düşürüp, onlar savaşırken kenardan “mutlu üçüncü” kılığında kıs kıs gülerek izlemektir.
Arrighi’ye göre, Çin’in dünya hegemonyası üç olumlu sonuç doğurabilir. Birincisi, Batı’nın egemenliğindeki bugünkü güç hiyerarşisini yeniden yapılandırarak, Doğu Asya’nın öne çıkması, dünya ulusları arasında daha fazla eşitlik getirebilir. İkincisi, Çin hegemonyası Avrupalı-Amerikalı öncüllerinden daha az militarist ve daha barışçıl olabilir. Üçüncüsü, Asya’nın yükselişi kapitalist olmayan, ama piyasaya dayanan daha eşitlikçi ve insancıl bir Doğu Asya kalkınma kulvarını teşvik edebilir.
Arrighi’nin Çin’e fazla hayırhah davrandığını, yükselen hegemonyasını aşırı iyimserlikle karşıladığını söyleyebilirsiniz. Bu mevzuları bizim de, tüm dünyanın da tartışmaya devam edeceği ortada. İsterseniz bu noktada Çin’in Mao’dan sonraki ikinci büyük lideri Çuen-Lay’ın 200. yıldönümünde Fransız Devrimi’ne ilişkin kendisine yöneltilen soruya “değerlendirmek için henüz çok erken” cevabı verdiğini hatırlatarak bu yazıyı bağlayalım.