17 Mart 2020 gününü Elazığ Cezaevinde geçirdim. Bu mesleği seçmeme sebep olan ve artık hepsinin yaşları benden küçük olan tutuklularla. Yirmi beş yıl geçmiş. Hukuk okumak ve ceza avukatlığı düşüncesi, bende lise yıllarına ve acı hatıralara dayanır. Amcamın kızı müebbet almış, dosyası Askeri Yargıtay’daydı, kararın onanıp onanmayacağı, yıllardır tek başına bir hücrede sessizce yatan kızın başına daha neler geleceği soruları, 12 Eylül’ün karanlık ortamıyla birleşir. O kara kız, tüm hayatımıza damga vuran tutukluluğu ve aldığı büyük cezayla mesleğimi de belirlemiş olmalı. Bugün olsa hayatta okumam, bilimle uğraşırdım. İnsan, zaten çoğu kez, kararlarını kendisi vermez.

O genç kızın seksenlerde yedi yılını geçirdiği bu cezaevi, geçen yıl Türkiye’deki hapishaneler içinde, TBMM’ye en çok şikayet dilekçesi gönderen yerdir. Dilekçelerde, sağlık sorunlarıyla yeterince ilgilenilmemesi, tedavilerin geç yapılması veya hiç yaptırılmaması, hükümlü ve tutukluların sosyal faaliyetlerden ve ortak alandan yararlandırılmaması, aramalarda özel eşyalara el konulması, kötü muamele ve işkence, nakil taleplerinin karşılanmaması, dilekçelere cevap verilmemesi, dilekçelerin çıkışlarının yapılmaması, emekli olanların emekli maaşlarının ve ikramiyelerinin ödenmemesi, aynı ceza infaz kurumunda bulunan eş veya çocukla açık görüş yaptırılmaması, kantinde satılan ürünlerin pahalı olması, bazı yayınların hükümlü ve tutuklulara verilmemesi, tekli hücrede tutulma konuları yer alıyor (TBMM İHİK, 27 Dönem, 3. Yasama Yılı, 2019 raporu).

Kampüste musluk suyu içilebilir halde değil; su, parayla kantinden alınıyor. Revire iki haftada bir, ağır hastalık durumunda hastaneye aylar sonra çıkılabiliyor. Diş tedavisi için beş ay beklemek gerekiyor. Yemekler kötü, ekmek miktarı yetersiz. Günde bir saat spora izin yok, mahkemeye giderken kravat takılamıyor. Kadın bölümünde annesiyle kalan çocuklara yeterli gıda verilmiyor. Çocuklar aynı yerde birarada yatıyor. 2.876’sı tutuklu, 1.181’i personel olmak üzere 4.057 insanın yaşadığı bu cezaevi kampüsünde yeterli sağlık personeli yok. Aile hekimliği hala kurulmadı.Sağlık personeli, tutuklulara kötü davranıyor. Ayrımcılık yapıyor. Muayeneler jandarma eşliğinde ve kelepçeli yaptırılıyor, bunu kabul etmeyen tutuklu koğuşuna geri gönderiliyor (Aynı rapor, s. 13-14).

Korona öncesi bu durumda olan, problemleri bizatihi TBMM raporunda yer alan bu hapishanede dün, sağlık görevlisi görmedim. Ellerinde dezenfektan bidonlarıyla tutuklular koridorları fısfıslıyordu. Koğuşlara da bu dezenfektan yapılmıştı. Gardiyanlar korku ve tedirginlik içndeydiler. Maskeler, el sabunları, eldivenler her tarafta vardı. Camlı bölmede, telefonu elime aldığımda, bu hayatı seçmeme sebep, camın ötesindekiler birer birer göründüler. Aralarında sanatçı Yılmaz Çelik’in de olduğu bu arkadaşlar, biz dışarıdakileri daha fazla merak ediyorlardı. Oysa bilmiyorlardı; bir salgın halinde, o cezaevinde yeterli bir tıbbi altyapının olmadığını.

Cezaevlerinde başta gardiyanlar olmak üzere, içeri giren çıkan herkesin muayenesi, bakımı, kontrolü, cezaevi içinde ve şehirde hastanelerin takviyesi acil bir zorunluluk. Hasta tutukluların derhal tahliyesi ve dışarıda tedavisi ise olmazsa olmaz. Unutmamalı bir ülkenin “içerisi” neyse, “dışarısı” da odur. İşe, içeriden başlamalıyız.