Elektrik iletimi ve dağıtımı geleneksel olarak “doğal tekel” olarak adlandırılmaktadır. Doğal tekel, bir hizmetin birden çok üretici tarafından yapılmasının fiziki veya ekonomik olarak olanaklı olmadığı, tek üretici tarafından daha az bir maddi ve toplumsal maliyetle hizmetin verilebildiği durumları anlatır.

Elektrik şirketleri kamulaştırılsın!

Mahir Ulutaş

1970’lerle birlikte kapitalizmin yeniden yapılanma süreci içerisinde temel altyapı hizmeti alanları kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp piyasalaştırılırken, 1980 darbesi ile birlikte yaratılan siyasi iklimle birlikte, Türkiye’de de Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) bünyesinde sürdürülen elektrik üretim, iletim ve dağıtım hizmetlerinin 1980’lerden itibaren yeniden yapılandırılması tartışılmaya başlandı.

Önce TEK’in TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye, ardından TEAŞ’ın EÜAŞ, TEİAŞ ve TETAŞ olarak üçe ve TEDAŞ’ın 20 bölgesel dağıtım şirketine bölünmesiyle, çok parçalı bir yapı oluşturuldu. Bir yandan dikey entegre kamu tekeli parçalanırken, diğer yandan da özel elektrik üretim şirketleri ortaya çıkmıştır. Yap-İşlet (Yİ), Yap İşlet-Devret (YİD), İşletme Hakkı Devri (İHD) ve otoprodüktörler gibi yöntemlerle ve özellikle doğalgaza bağlı ve alım garantili anlaşmalarla başlayan özelleştirmelerden sonra 2001 yılında çıkan “Elektrik Piyasası Kanunu” ile artık tam anlamı ile “piyasa” mantığı içinde ve “Dengeleme ve Uzlaştırma Yönetmeliği” (DUY) sistemi ile bir elektrik borsasının oluşturulduğu bir yapı inşa edildi.

İlk ortaya atıldığı dönemden bu yana özelleştirme, “verimsiz, hantal, kamu bütçesi üzerinde yük” olarak sunulan kamu kurumlarının özel sektöre satılması olarak tanımlanmıştır. Özelleştirmenin temel amacı devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesinin sağlanması olarak sunulmaktadır. Devletin neden işletmecilikten çekilmesi gerektiği ise tamamen mali piyasalar gerekçesiyle açıklanmaktadır. Özelleştirme İdaresi’nin özelleştirme gerekçelerine bakalım:

“Özelleştirme ile devletin ekonomideki sınai ve ticari aktivitesinin en aza indirilmesi hedeflenirken, rekabete dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması, devlet bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünün azaltılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve atıl tasarrufların ekonomiye kazandırılması, bu yolla elde edilecek kaynakların altyapı yatırımlarına kanalize edilebilmesi mümkün olacaktır. Özelleştirme uygulamaları ile bir yandan mali piyasalara ve dolayısıyla sermaye piyasalarına yönelmeyen yerli ve yabancı tasarrufları bu piyasalara yönlendirerek yeni kaynaklar yaratılması, diğer yandan da kamu kesiminin fonlar üzerindeki talebi nedeniyle sıkışan mali piyasa üzerindeki olumsuz baskının engellenmesi hedeflenmektedir.”

Aynı şekilde elektrik hizmetinin özelleştirilme gerekçesi, büyük ölçüde yeni yatırım yapmak için devletin kaynağının bulunmaması, özel sektör tarafından yatırımların yapılacağı, kayıp-kaçak oranlarının düşürüleceği, enerjinin ucuzlayacağı ve daha kaliteli olacağı iddialarıyla açıklanmaktadır. Elektrik hizmetinde tamamen serbest piyasanın geçerli olmasını öngören 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nda bu amaçlar şöyle anlatılmaktadır:

“Elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanması.”

Gelinen nokta açıktır: Elektrik fiyatları düşmek bir yana yıldan yıla enflasyonun ve asgari ücretin üzerinde artıp son zamlarla kabul edilemez bir noktaya ulaşmış; halkın yarısından fazlası enerji yoksulluğunun pençesinde günlük ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma gelmiş ve toplum bir bütün halinde yükselen enerji fiyatlarına karşı patlamaya hazır bir enerji biriktirmiş; bir kente günlerce elektrik verilemeyecek kadar iletim ve dağıtım şebekeleri bakımsızlık ve yatırımsızlık içinde kendi kaderine terk edilmiş; yani özetle tam teşekküllü bir toplumsal buhran görüntüsü oluşmuştur. Alan yönetilemez haldedir ve kamu idaresi dahil hiç kimse ne yapacağını bilmemektedir.

Oysa meslek odaları, sendikalar, emekten yana kesimler, sol-sosyalist siyasi partiler şu an yaşanmakta olan büyük krizin gelmekte olduğunu yıllardır söylemekteydiler. Bilenler için büyük bir sürpriz yaşanmamaktadır.

Öncelikle şurası söylenmeye gerek duyulmayacak kadar açıktır; özelleştirme her durumda kamu kaynaklarının özel sektöre ve bir avuç zengine aktarılması demektir. Özelleştirme, halkın ödediği vergilerle kamunun yaptığı yatırımlar sonucu oluşmuş devasa kurumların, başta çok uluslu şirketler ve onların taşeronları olmak üzere sermayeye bırakılmasından başka bir şey değildir. Temel altyapı sektörleri büyük yatırımlar gerektiren ve riskli görülen alanlar olduğu için, dünyanın hiçbir yerinde başlangıçta özel sermaye girmemiş, bu alan devletin üstlenmesi gereken bir sorumluluk olarak görülmüştür. Ne zaman ki, sermaye aşırı birikim krizine ve dolayısıyla kar hırsını tatmin edebilmek için yeni iş alanları arayışına girmiş, işte o zaman devletin elindeki bu hazır kuruluşların özelleştirilmeleri gündeme getirilmiştir. Bu noktada da kamuoyundaki karşı duruşu yok edebilmek için, “kamu hantal, iyi hizmet üretemiyor, KİT’ler kara delik” gibi söylemler devreye sokulmuştur.

Oysa verimliliğin mülkiyet sahipliği ile bir bağı yoktur. İyi yönetilen, liyakata uygun bir kadro yapısının olduğu bir kamu işletmesi verimli olabilirken, rekabet baskısına maruz kalan bir özel işletme pekala ayakta kalamayıp batabilir. Dahası özel sektörün verimlilik algısı ile kamu işletmesinin birbirinden alabildiğine farklıdır: Özel sektör kısa vadeli karına bakarken ve kamu yararına olabilecek pek çok şeyi sadece bir maliyet kalemi olarak görürken, halk yararına çalışan bir kamu işletmesi gelir gider dengesinden çok daha geniş bir perspektifle halkın ve kamunun yararını önceleyerek kısa vadeli getirinin ötesini görebilme imkanına sahiptir.

Ancak elektrik enerjisi alanı tüm bu genel doğruların ötesinde bir başka özelliğe daha sahiptir; bu alan piyasa yapısı içinde teknik olarak dahi idare edilemez. Yaşadığımız birbiri ardına felaketler ve fiyaskolar, alanın yapısı hilafına zorla yaşatılmaya çalışılan piyasa yapısının semptomlarıdır.

Elektrik enerjisi depolanamayan ve arz-talep dengesinin sistem tarafından sürekli olarak, gerçek zamanlı korunması gereken bir üründür. Bu dengenin korunması ciddi bir planlama gerektirmektedir. Söz konusu dengenin sağlanabilmesi, üretim ile iletimin ve tüketimin anbean koordinasyonu ile mümkündür.

Elektrik iletimi ve dağıtımı geleneksel olarak “doğal tekel” olarak adlandırılmaktadır. Doğal tekel, bir hizmetin birden çok üretici tarafından yapılmasının fiziki veya ekonomik olarak olanaklı olmadığı, tek üretici tarafından daha az bir maddi ve toplumsal maliyetle hizmetin verilebildiği durumları anlatır. İki yerleşim birimi arasında birden fazla iletim hattı mümkün değildir. Aynı şekilde bir şehir içerisinde birden fazla dağıtım şebekesi de olanaksızdır. 2000’li yılların başında gerçekleştirilen TEDAŞ’ın parçalanıp 21 dağıtım şirketine bölünmesi ve şirketlerin özelleştirilmesinin, kamu tekelinin yerine özel bir tekel yaratılmasından başka hiçbir anlamı yoktur. Aynı şekilde gündemde olan iletim şebekesinden sorumlu olan TEİAŞ’ın özelleştirilmesi de aynı anlama gelecektir. Burada yapılan ve ısrar edilen, fiziken tek ve bir bütün olan sistemin sanal bir takım aktörlere parçalanıp zorlama bir piyasanın oluşturulmasıdır. Bu zorlama piyasa, fahiş elektrik zamlarıyla ve birbiri ardına getirilen teşviklerle maliyeti kamuya yıkılarak ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Günlük kar kaygısıyla hareket eden, gerekli bakımları ve yatırımları birer maliyet kalemi olarak gören, halen kamuya ait bir şebeke altyapısını sadece işletme hakkı almış bu özel şirketlerin yaratmış olduğu buhran, artan enerji yoksulluğu ve tüm toplumun yaygın bir yoksullaşmasının yanında, geçmişte tüm yurttaşların pek çok irili-ufaklı örneklerini gördüğü elektrik kesintileri ve nihayetinde Isparta trajedisi ile açığa çıkmıştır.

Elektrik üretim tesislerinin kurulması ve sisteme bağlantısı da doğal kaynağın bulunduğu yer gibi zorunlu nedenlerle doğal tekel kapsamında değerlendirilebilir. Kaldı ki elektrik hizmetinin ölçek ekonomisi kapsamında bütüncül işleyişi dikkate alındığında, gerçek zamanlı korunması gereken denge elektrik üretiminin de bütünüyle doğal tekel kapsamında değerlendirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır.

Dahası elektrik üretiminde özelleştirme, zaman zaman özel şirketlerin üretim güçlerini fahiş fiyatlar için bir tehdit unsur olarak kullanma ve arz güvenliği tehdidi yaratmalarının yanında bir başka açıdan daha pahalılık yaratmaktadır. Elektrik üretimi petrol, doğalgaz, hidrolik ve kömür gibi birincil enerji kaynaklarının kullanılmasıyla elde edilen, dolayısıyla doğaya bağlı bir sektördür.

Doğaya bağlı alanlarda değer yasası, klasik sanayi üretiminden farklı olarak bir değişim geçirir. Bu alanın ekonomik olarak işleyiş mantığını İktisatçı Mohssen Massarrat, Marks’a atıfta bulunarak şöyle açıklamaktadır:

“(…) Marks, gerçekte, tarım ve maden çıkarma gibi doğaya doğrudan doğruya bağımlı üretim alanlarında değer yasasının işleyiş tarzının uğradığı değişikliği ele alır. Bu alanlarda değer yasası çifte bir değişikliğe uğrar: Bir yanda doğa kuvvetlerine bağlı daha yüksek emek üretkenliğinin alan içerisinde genelleşmesinin olanaksızlığı gibi rekabeti sınırlayan bir durum, öte yanda - toprağın ya da hammadde kaynaklarının toprak mülkiyetine tabi kılınmış olduğu bütün durumlarda - gene rekabetin önüne engeller diken toprak mülkiyeti, bu değişikliğin ardında yatar (‘Enerji Bunalımı Mı? Kapitalizmin Bunalımı Mı?’, Dünya Kapitalizminin Krizi, syf 349-350, Belge Yayınları 2009)

Klasik kapitalist üretimde, yüksek emek üretkenliği alan içerisinde genelleştirilebilir. Bu işleyişte, emeğin ortalama üretici gücünden daha yüksek bir üretici güç uygulayarak, kendi üretim fiyatını, aynı metanın genel üretim fiyatının altında tutan sermaye artık kâr elde etmektedir. Buna göre emek ve teknoloji değişkenlerine bağlı olarak daha elverişli koşullarda üretim yapan sermaye, kendi piyasa payını genişletebilir. Verimsiz koşullarda üretim yapan sermaye, piyasa fiyatını belirleyen ortalama emek üretkenliğini gerçekleştiremediği için üretimi durdurmak zorunda kalır. Bu yasanın geçerli olabilmesi için üretken sermayenin piyasa payını genişleterek, toplumsal ihtiyacı “kısa dönemde ve tam olarak” karşılayabilmesi gerekmektedir.

Ancak madencilik gibi “doğaya doğrudan bağlı” sektörlerde, emeğin yüksek üretici gücü genelleştirilemez. Bunun temel nedeni “emeğin daha yüksek üretici gücünün maddi temeli doğa kuvveti” olmasından kaynaklanmaktadır. Bu alanlarda doğa koşullarına bağlı olarak, aynı düzeyde iki farklı üreticiden, biri daha yüksek verime sahipken diğeri daha düşük verime sahip olabilir. Bu doğaya bağlı alanlarda, diğer alanlardan farklı olarak ortalama üretim koşullarına göre belirlenen fiyat değil, en kötü koşullara göre belirlenen fiyat geçerli olacaktır. Bunun önkoşulu ise doğaya bağlı alanlarda toplumsal ihtiyacın tam olarak karşılanabilmesi için en elverişsiz koşullardaki üretimin de gerçekleştirilmesi zorunluluğudur.

Hiç kuşkusuz, daha verimli üretime sahip sermaye, hammadde olanakları elverdiği sürece, pazar payını arttırarak, geçici bir süre piyasa fiyatını belirleyebilir. Ama ilke olarak doğal temel sınırlı olduğu sürece olumsuz koşullarda yapılan üretimin belirlediği fiyat geçerli olacaktır.

Enerji alanında da, doğaya doğrudan doğruya bağlı bir sektör olarak, piyasa fiyatını en kötü koşullarda üretilmiş metaların fiyatları belirler. Elektrik enerjisi, doğadan elde edilen birincil enerji kaynaklarının dönüşümü yoluyla elde edilen ikincil bir enerji kaynağı olarak doğaya doğrudan bağlı alanlar içerisinde yer almaktadır.

Nitekim Türkiye’de elektrik alanının piyasalaştırılmasına yönelik olarak oluşturulan dengeleme ve uzlaştırma adı verilen borsa sistemi de bu mantık çerçevesinde işlemektedir. Sisteme elektrik satışları için santralların bildirdiği en düşük fiyattan başlanıp talebin karşılandığı en yüksek fiyata kadar yapılan sıralama sonucunda o saat için en tepedeki fiyat, Sistem Marjinal Fiyatı (SMF) olarak kabul edilmektedir. Bu yüksek fiyat, daha düşük fiyat bildirmiş olan tüm santrallara garanti edilmektedir. Bu sistemde üretim koşulları en kötü olduğu için en yüksek fiyat veren santralların piyasa fiyatını belirlediği ortaya çıkmaktadır. En verimsiz santralın piyasa fiyatını belirlemesi, yalnızca bizim gibi ülkelerin beceriksizliğinden değil, sistemin genel işleyiş mantığının gereğidir. Dahası bu uygulama, İngiltere gibi, elektrik borsasının uygulandığı diğer ülkelerde de aynı ya da benzer biçimde işlemektedir.

Basitleştirilmiş bir örnekle konuyu daha anlaşılır kılmaya çalışalım. Diyelim ki ülkede, her biri 1 birim elektrik üretebilen 6 adet özel sektöre ait enerji santrali kurulu olsun. Ülkenin de anlık olarak 5 birim elektriğe ihtiyacı olsun. Oluşturulan borsa yapısı içinde üretim santralleri sırasıyla 3,1; 3,5; 2,9; 3,6; 3,7 ve 2,8 kr/kwh fiyat vermiş olsunlar. Şu an geçerli olan ve ekonomi-politik mantığını yukarıda anlatmaya çalıştığım sistem, ihtiyacı olan 5 birim enerjiyi karşılayabilmek için, en pahalı teklif olan 3,7 kr/kwh fiyat veren santral dışındaki diğer santrallerden elektrik almakta, ancak tüm santrallere ihtiyacını karşılamak için almak zorunda olduğu en pahalı fiyat olan 3,6kr/kwh ödeme yapmaktadır.

Bu alanda, daha önceden kamu tekeli kapsamında gerçekleştirilen uygulamaya bakıldığında ise, ortalama fiyat esası saptanmaktaydı. Elektrik enerjisi üretimi alanında kamu tekelinin varlığı koşullarında, verimli ve verimsiz olan santralların maliyetleri, paçallanarak ortalama bir fiyat bulunabiliyordu. (Örneğimizde elektrik üretim fiyatı 3,18 kr/kwh olacaktı)

Elektrik enerjisi alanı piyasalaştıktan sonra ise, alanın özgünlüğünden kaynaklı olarak, en pahalıda, en verimsizde fiyat belirleniyor. Dahası bu ortam içerisinde sermayenin artık kârı en çoğa ulaştırma arayışı, toplumsal ihtiyaçların karşılanması önünde bir engel olarak ortaya çıkıyor. Örneğin Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) verdiği lisanslara bakıldığında özel sektörün büyük ölçüde kısa zamanda yüksek kârlar elde edebileceği alanları tercih ettiği, buna karşılık Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik koşulları açısından değerlendirilme zorunluluğu olan alanların ise yatırım tercihleri arasında yer almadığı görülmektedir.

Özetle, özelleştirme ve piyasalaştırmanın “rekabet ve ucuzluk sağlanacağı” iddiaları daha temelde dayanağını yitirmekte, ülkeye toplumsal ve ekonomik anlamda ciddi maliyetler yüklenmektedir. Sonuç olarak yapılması gereken bellidir. Tüm özelleştirmeler durdurulmalı, mülkiyeti halihazırda kamuya ait olan dağıtım şebekeleri bir an evvel tekrar kamu işletmesine geçmeli, kamunun bu alana yatırım yapmasını engelleyen yasal veya fiili engeller ortadan kaldırılmalı ve bu alanda üretimi, iletimi ve dağıtımıyla dikey entegre bir kamu tekeli tekrar kurularak kamu mülkiyetindeki bu kuruluşların çalışanlarının yönetim ve denetimde söz ve karar sahibi olduğu, liyakati esas alan nitelikli yönetimlere sahip olmaları sağlanmalıdır.