Eleştirinin dozunu hiçbir zaman tutturamadığımız ortada. Ben de kimi zaman aynı hataya düşebiliyorum. Arkamıza sosyal medya rüzgârını alıp ilerlemek, en kolayı. Peki ya sonrası?

Memleket hâlâ acayip. Sahiden. Çok zamandır yazılarımda sadece bunu dillendiriyorum. “Günler güneşlendi, bahar geldi, az biraz etrafa bakalım” demeye bile vakit bulamadan yeni bir saçmalık gelip kapımıza dayanıyor. Birbiri ardına çıkan yeni albümleri dinlemeye vakit bulamadan kendimizi yine siyaset konuşur buluyoruz. Siyaset konuşmadığımız zamanlarda da tuhaf dertler buluyoruz kendimize…

Cuma günü, bir İthaki fırtınası koptu örneğin. Yıllardır güzel kitaplara imza atan İthaki Yayınları’nın “Dünya Klasikleri” serisinde yer alan Virginia Woolf kitabındaki “şakalı” biyografi birdenbire “fark edildi” ve oklar yayınevine yöneldi. Tepkileri çeken “şey” sahiden korkunç. Eleştiriyi sonuna kadar hak ediyor. Seveni vardır, karışılmaz ama benim kalemim değil. Belli ki pek çok insanın tasvip etmediği bir hareket olmuş bu. Peki yayınevine kızan insanların yaptıkları? Sosyal medyada birbiri ardına dolanan “küfürlü” mesajlar en büyük dert: Biri, sevmediğiniz bir şeyi yaptığında yekten basıyor kalayı. Geçtiğimiz hafta, bir gazete olarak Zaman’a sahip çıkmamız gerektiğini söylediğim için böylesi mesajlar aldım. Ne Cihangir ezberciliğim kaldı, ne paralelliğim… Sahip çıkmayan sahip çıkmasın, bir şey yapamam ama sahiplenenlere karşı çıkanlar? Bunu “sosyalistler” adına yapanlar? Yarın öbür gün o belalı kayyum sevdiğimiz bir gazetenin başına geçirildiğinde yalnızlıktan yakınacak olanlar yine onlar değil mi?

Konuyu dallandırmayayım… Cuma günü, İthaki’ye verilen “tepki”leri görünce kendi kendime şu soruyu sordum: Sevdiğim bir yayınevi, sevmediğim bir şey yaptığında ne yapmalıyım? Onu boykot etmek, aklımıza ilk gelen. Ben bu topa girmiyorum çünkü “boykot”u sosyal medyadan dillendirip iki gün sonra gizli gizli onların bastığı bir Jules Verne kitabını almak bana göre değil. Yazık ki yapılan bu. Boykot ettiğimiz çok şey var ve durup durup aynı şeyleri yeniden boykot ediyoruz. Ne oldu mesela DigiTürk boykotu? Hani Passolig almayacaktık, statlara gitmeyecektik? Almaktan vazgeçtiğimiz, insanları vazgeçirdiğimiz gazeteleri bugün okumuyor muyuz? Sözüm boykotunu sürdürenlere değil elbette. Çevremde bir sürü insan var, yıllardır sessiz sedasız sürdürüyorlar bunu… Benim de almadığım ürünler, gitmediğim mağazalar, başta “yenilenen” Emek olmak üzere hiçbir zaman gitmeyeceğim sinemalar var. Şu da var ama: Her fırtınada yeniden yeniden aynı şeyleri boykota çağıranlar... Boykot, kelime olarak güzel, yapması şahane. Ama yapamıyorsak? Ben İthaki Yayınları’nı boykot etmem. Edemem. Okumak istediğim pek çok kitabı onlar basıyor çünkü. Altını bir kere daha çizeyim: Bu, onları eleştirmeme engel değil.

İthaki’nin kapısına dayanıp tabelasına mor çarpı atmak ya da kapısını mora boyamak elbette bir eylem çeşidi. İnsana/kitaba zarar vermediğiniz sürece desteklenebilir. Ancak, oturdukları yerden bu fotoğrafları paylaşan ve “İyi yapmışsınız ama neden yakıp yıkmadınız bu rezalet yuvasını insanların başına?” diyen arkadaşlar ne olacak? Neden orada değildiniz o halde? Neden siz yıkmadınız o “rezalet” yuvasını? Yarın yeni bir İthaki kitabını kitaplığınıza kattığınızda ne olacak bu cengaverlik? Sahi, bir yayınevini yıkmak, yok etmek bu kadar basit mi? Saçma sapan ve sahiden tartışılabilir bir hareket yüzünden üstelik…

Yayınevinin açıklaması üzerinden ilerlemek ve “büyük başarı kazandık” demek de tuhaf. Üstelik açıklama sahiden tüyler ürpertici bir şekilde ilerlerken… Ne demiş İthaki, okuyalım: “Virginia Woolf biyografisi, aslında ilk olarak 2014 yılında –hafif farklılıklarla– ‘Jacob’un Odası’nın başında da yer almıştı.” Meali şu: “Biz bunu üç yıldır yapıyoruz.” Sorun tam da burada. Bu memlekette herkes her şeyi “yapıyor”. Yapılan şey, oldu kabul ediliyor. Üç yıl önce bu biyografi fark edilseydi, tepkiler o zaman verilseydi, bugün bunu tartışmıyor olacaktık. Oysa ki Cuma günü İthaki’nin kapısına boya atan arkadaşların bu kitabı okumuş olduğunu varsaymak istiyor gönül… Peki o zaman neden fark edilmedi bu? Edildi ve dost meclislerinde gülerek karşılandıysa durum daha da fena… Görülmemiş olması zaten acayip. Az satan bir kitap değil çünkü bu. Eleştirilen de, okurun gözünden kaçmayacak bir biyografi.

Eleştirinin dozunu hiçbir zaman tutturamadığımız ortada. Ben de kimi zaman aynı hataya düşebiliyorum. Arkamıza sosyal medya rüzgârını alıp ilerlemek, en kolayı. Peki ya sonrası? Olayın üzerinden iki gün geçti. Bugün, aynı metin hakkında ne düşünüyorsunuz mesela? Ya da boykot çağrısı yaptığınız İthaki yayınları hakkında? Sorun, yayınevinin adı (ya da tadı) değil elbette: Bir başka yayınevi bunu yapsaydı –ki ortalık birbirinden beter şeyler yayımlayan yayınevleriyle dolu– tepkimiz ne olacaktı?

Sorular soruları kovalar, laf uzar gider… İyisi mi, lafı balla keseyim; müziksiz yazıyı yine son dakikada müziklendireyim: Yakın zamanda yayımladıkları “Kapılar” adlı albümle kulaklarımızın pasını silen Çanakkaleli İhtiyaç Molası, çok zamandır sahnelerde pişirdikleri “Kapasite”yi bu albümle kayıt altına aldı. Birbiri ardına sıralanan ikililer (Şefkat - cinnet / Namus - şehvet / Hasret – şiddet / Sevgi – nefret…) sonrası söylenen söz hep aynı: “Kapasite, işte bu.” Sonrasında da bildik bir soru geliyor: “Yok mu hiç alternatif? / Bulunmuyor alternatif…” Olayımız bundan ibaret. Alternatifsiz bir şekilde ilerliyoruz. Yekten saldırıyoruz. Oysa eleştiri diye bir şey var bu dünyada. Eleştirebilmeliyiz. Eleştirdiğimiz de, eleştirileri olgunlukla karşılayabilmeli. Bir başka eksiğimiz bu. Bizzat baştakilerin yapmadığı… Eleştiriye kavgayla karşılık verenlerce yönetiliyoruz ve kavga, giderek eleştirinin yerini alıyor.

“Biz yaptık, oldu” ya da “bunu çok zamandır yapıyoruz” anlayışı fena. Buna karşılık “yok olun” anlayışı da öyle. Eleştirin, yayınevinin kapısına boya, yayıncısına domates atın isterseniz ama işin içine küfür ya da şiddet girdiğinde, sonucu sahiden fena oluyor. “Kapasite bu” demek durumunda kalmayacağımız günlere hasretiz. Adım atarken biraz da bunu düşünmek gerek.

Bir son not: Bugün, Kemal Tahir’in 106. doğum günü. İthaki, onun (müstear isimle yayımladıkları ve çevirdikleri dahil) “bütün” eserlerini yayımlıyor. Kemal Tahir yayımlayan bir yayınevinin yok olmasını istemek, hele ki bu zamanda böyle bir taleple ortalığa çıkmak sahiden tuhaf. Kitap dediğimiz güzel bir şey. Onları bizle buluşturanlar da öyle.