En son 15 Ekim’de olmak üzere son iki yazıdır Halil Altındere dolayısıyla, güncel sanatın bugüne kadar tartışılmamış bir yönünü ‘lezzetli’ bir stratejisini tartışma fırsatı yakaladık. Söylediklerimi...

En son 15 Ekim’de olmak üzere son iki yazıdır Halil Altındere dolayısıyla, güncel sanatın bugüne kadar tartışılmamış bir yönünü ‘lezzetli’ bir stratejisini tartışma fırsatı yakaladık. Söylediklerimi özetlersem: Kitsch ve Kült adı altında; açık veya gizil ucuz beğenileri(!), ve alışkanlıkları görünür kılmak ve doğal olarak da alt sınıf davranışlarına ipoteklemek; bunun üzerinden ise sinik, farklılaştırıcı alaycı bir dil kurmak. İstediğimiz 90 sonrası kültürün iliklerine kadar işlemiş bir stratejinin özellikle güncel sanat üzerinden tartışılmasını sağlamaktı. Cevap olmasa da sorular büyüktü: Örneğin ironi niçin temel bir dil olarak işlemekte; ya da parodileştirici bir eğilim niçin yaygın? Bunlar uzun dönemde kesinlikle tartışılacaktır. Çünkü trajik olan ve politika  geri dönerken ironiye  sinizme pek yer bırakmaz.

Elbette eleştirimizi görmezden gelen veya  Altındere’nin işlerinin ne kadar politik olduğunu bana hatırlatmaya çalışanlar da oldu; 15 Ekim tarihinde aynı sayfada yazdığımız BirGün yazarı Bülent Usta gibi. Usta, kitap tanıtımcılığından gelen deneyiminden olmalı, benim tezlerimi, saptamalarımı tartışmaktansa, sergi dolayıyla yayınlanan Süreyya Evren’in Altındere kitabını övmekle yetinmiş. “Kolay Gelsin Altındere” başlığını taşıyan yazıda Usta, sanatçının işlerinin öneminden başlamış  Bedri Baykam’ın Altındere’ye yöneltiği ‘bölücü’ suçlamasından meclise verilmiş gensoruya kadar bir dizi olayı hatırlatmış. İsim vermediği ve argüman tartışmadığı için, dolaysısıyla benim eleştirilerim de kurnazca aynı kategoriye sokuşturulmuş oldu. Yani Usta, eleştiriye karşı, ‘ustaca’ güzelleme yapan bir güvenlik bandı çekmiş oldu. Hatta yazısına yerleştirdiği Altındere’nin pul tasarımlı işlerinden, işkencede yitirilen Hasan Ocak’ın resmiyle de sanatçının ne kadar solcu ve politik olduğunu da kendince bana hatırlatıverdi. Böylece bana da güncel sanatın sorunlu gördüğüm ikinci yönünü tartışmak için fırsat çıkmış oldu. Sorun güncel sanatın politik olmaması değil fazlasıyla politik olması. Yani Usta’nın bana çözüm olarak sunduğu yön aslında sorunun diğer yanını oluşturuyor.

90 sonrası dönemin en belirgin yönü, tarihte olmadığı kadarıyla, kapitalizmin en sert eleştiriyi bile içine alabilme özelliğidir. Geçmişte ‘dışardan’ yöneltilebilen, yıkıcı eleştiri, bugün çok rahatlıkla ‘içeriden’ yöneltilebilmektedir. Sermayenin 90 sonrası kültür-sanat alanı da dahil, hizmetler sektöründe ve kültür endüstrisinde yoğunlaşmasının da getirdiği bu içeriye alma, dışardan yöneltildiğinde sarsacak bir eleştiriyi çok rahat olağanlaştırmakta, bildikleştirmekte ve ritüelleştirmektedir. Bunu basitçe sistemi içerden değiştirmek olarak değerlendirmek ise olsa olsa safdilliliktir. Eleştirinin olağanlaştırılması diyebileceğimiz bu yön, diğer yazılarımızda da altını çizdiğimiz ‘karşı taraf eleştirmeden kendini eleştirmek’ diyebileceğimiz sinik(inançsız) tavırla da ilişkilidir. Hatta sistem kendine yöneltilen en sert eleştiriyi bile ‘çok kültürlülük’ adı altında bir halkla ilişkiler projesine çevirebilmektedir. Kapitalist şirketlerin logolarıyla bezenmiş bienaller kapitalizmin en sert eleştirileriyle de dolu aynı zamanda. Eleştiri, eleştiri nesnesine göbekten bağlıysa, eleştirinin imkânsızlığını göstererek bir inançsızlığı da üretiverir. İşte bu sinizmdir. Galeri kapatmayı ya da mali sermayeyi dışarda bırakmayı gösterip, ama yapamamak gibi. Çok yıkıcı olabilecek bir yöntem gösterilmiş ama hemen arkasından da iğdiş edilmiştir. Ayrıca politikayı bu kadar gösterilebilir ve söylenebilir hale getirmek de başka bir sorun.

Şimdi asıl tartışmamız gereken, güncel sanatın eleştirel ve politik olması değil, bu eleştirinin hangi bağlamda yapılabilmesi gerektiği. Yani dışarısı!