Yıllar yıllar önceydi. Çocuk denecek yaştaydım. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nu ziyarete gitmiştik. Hıfzı Veldet, Şükran Kurdakul’a dönüp, “Biz belli bir yaşa geldik; bu ülkenin demokratikleşme bayrağını siz gençler taşıyacaksınız!” demişti. Şükran Kurdakul, o zamanlar yetmişine merdiven dayamıştı. Dışarı çıktığımızda, “Olduğu yerden sizi genç görüyor, Şükran Amca…” deyince gülmekten boğulacak gibi olmuştuk. Bana o günden gençliğin yaşla değil duygu durumuyla bağlantılı olduğu gerçeği kaldı.

Sanat, birileri için başdönmesi, yeniyetmelik, çılgınlıklarla dopdolu aşklar, doludizgin tutkularla sarılı yılları çağrıştırır. Nitekim sanat, yeri geldiğinde yıkıcı, yol açıcıdır; içten gelen coşkuyla duyguları en yakıcı biçimiyle ortaya koyduğu için kıvamını “gençlik”ten alır. Ama yazmakla yahut üretmekle yaşın doğru orantılı olduğunu söylemek zordur. İlhan Berk sekseninde “genç şiir” arayışındaydı. Önemli olan eserin mahiyetidir, özüdür, nasıl olduğudur.

***

Toplumları yönetenlerin de yaşları ne olursa olsun kıvamlarını “genç düşünce”den almaları elzemdir. Bu sayede bariyerler aşılır, çağdaş dünyaya uyum sağlanır, toplumların ihtiyacı olan “düşünsel ve ekonomik reformlar” yapılır. Coşkuyla kitleler harmanlanır. Süreç içinde “genç olma”nın heyecanını kaybeden liderler tarih mezarlığına gömülür. Hepsinin fotoğrafları kitapların arasından bakar bize. Hele hele bir siyasetçi, gençlikte yapılanları, toylukla değerlendirmeye, onlara parmak sallamaya, hele hele onları yaftalamaya başlamışsa işin rengi bir anda değişir. Nitekim bu karşıtlığın bedelini ödemiş ülkeler vardır. Bizim gibi… Binlerce gencecik evladını toprak altına ve hapisanelere gömmüş bir toplum, bir süre sonra uçurumun kıyısına gelir. (Trajik olan tam da bu: Nicedir uçurumun kıyısında açan çiçekten umut devşirmeye çalışıyoruz.)

***

Yetmişlerin sonunda dünyaya geldim. Bir zamanlar çok konuşulan, hakkında sayısız fikrin uçuştuğu seksen kuşağındanım. Çözüm bizim kuşak için yitirilmiş bir kavramdır. Hatta “dert” hayatın içinde olağan bir alışkanlıktan ibarettir. Benjamin’in, “Umut dediğimiz şey umutsuzlar adına bir beklentidir aslında…” deyişi her gün sırtımızdan çıkartmadığımız eski bir kıyafettir. Gogol’un mevsimlere aldırış etmeden devşirdiği unutulmaz “Palto”su gibi. Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ının yalınkat çaresizliği, kendini denizin karanlık sularına bırakması gibi. Sözün özü bizim kuşak büyük yenilginin hemen ardından dünyaya gelmiş, “yenilgi” duygusunu üzerinden atamamıştır.

***

Bir arkadaşım vardı. İlk kitabı “Şubatta Saklambaç”la ödül üstüne ödüller almıştı. Hukuk Fakültesi’nde asistandı. Zafer Ekin Karabay, kendi isteğiyle çok erken ayrıldı bu dünyadan. Geriye 95/96 öğrenci hareketine adadığı “Trafik” şiiri kaldı: “Kentin baskısı kaldı bize/ ve ışıklarıyla trafiğin ya da kazası/ oysa biz hep bir düş kazasında/ yitirdik arkadaşlarımızı/ karşıdan karşıya geçerken/ eli bırakılan çocuklardık/ o insan kalabalığındaki/ son gülümsemesiydi annemizin/ sonra hangi tarafa geçsek/ karşıda kaldık!”

Eli bırakılan çocuğun, yalnızlık, itilmişlik ve yenilgi duygusunu modernist bir eleştiriyle vermek her babayiğidin harcı değildir. Zafer’in yazdıklarında şövalye figürü, duygusu, aşkı filan yoktur. Tam tersine kuşağımızın bir mazlumdur o. Mazlumluk ise yitiklikten gelir.

***

Bir süre sonra herkesin bildiği sırları konuşmak zul geliyor. Yökle darmadağın olmuş üniversitelerin yapısının günümüz koşullarıyla çileden çıktığı bilgisi malum. Çağdaş akademik ortamla ilgisi olmayan eğitim kurumlarında kimi akademisyenlerin yaptığı intihallerle kariyer basamaklarını hızla tırmanışına dair güncellenen haberler sıradan bir olgu… Seçilmiş yerine atanmış olmak bir meziyete dönüştü. Yahut karşıt düşünce sahibine yöneltilen “ortadan kaldırma tehdidi” dizboyu.

***

İşte böyle alacalı bir atmosferde gençler… “Karşıdan karşıya geçerken/ eli bırakılan çocuklar” oluyor her biri.