AB liderleri su almaya başlayan Türkiye gemisini yüzdürmeye çalışadursun, sıcak para ülkeyi hızla terk ediyor. Bir zamanlar sol liberallerin fazlaca bel bağladığı AB çıpasının artık hiçbir değerin azgın sularda sürüklenmesini önleyemediği net biçimde ortaya çıkıyor

Elveda AB çıpası!

Sanal ortamda gerçekleşen Avrupa Birliği (AB) liderler zirvesi yoğun aşı kavgalarına yol açtı. Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz kendi ülkesi, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan’a ek aşı kontenjanı talep ederken, ağırlıklı eğilim önceliğin salgının hızla yayıldığı Bulgaristan, Hırvatistan ve Letonya’ya verilmesi yönünde oldu. Toplantı sonunda bir uzlaşmaya da varılamadı.

Asıl sorun, Avrupa’nın salgının önünü alamaması, Belçika, Fransa gibi ülkelerin yeni kapanma önlemlerine başvurmasıydı. Aşılamada da işler yolunda gitmiyordu. İlkesel olarak Avrupa Komisyonu satın aldığı aşıları üye ülkelere nüfusları oranında tahsis edecek, kendi imkânlarıyla yeterli aşı sağlayan hükümetler kotalarından daha az talepte bulunabilecekti. Ancak bilanço çıkarılınca AB’nin blok içinde 88 milyon doz aşı dağıtırken, başta İngiltere olmak üzere gelişmiş ülkelere 77 milyon aşı sattığı ortaya çıktı. Özetle, bu konuda da piyasa koşulları, kâr dürtüleri baskın gelmiş, AB kurumları bir sınavdan daha başarısızlıkla çıkmışlardı.

AVRUPA’DAN ANKARA’YI SEVİNDİREN KARAR

AB’nin kurumsal yapıları çatırdar, inandırıcılığı sorgulanırken Ankara’nın kulağı Türkiye üzerine alınacak karardaydı. Sonunda bir kez daha Tayyip Erdoğan’ın yüzünü güldüren, yaşanan sorunları bir 3 ay daha erteleyen bir sonuç bildirisi çıktı. Aralık ayında yaptırımlar konusunu marta öteleyen AB liderleri bu kez de topu haziran ayındaki zirveye attı. Türkiye’nin “yapıcı” bir tutum sergilemesi halinde “aşamalı, orantılı ve geri döndürülebilir” bir şekilde işbirliğine hazır olunduğu mesajı verildi.

Özünde, Avrupa değerleri söyleminin bir karşılığı kalmamış ve AB jeopolitiğe ve iç politika kaygılarına teslim olmuş durumda. Onları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de geri adım atması, Libya konusunda tornistan etmesi ilgilendiriyor. Belki de Brüksel açısından daha da önemlisi, Türkiye’nin ülkemizde barınan 3,6 milyon mülteciye sınır kapılarını kapalı tutmaya devam etmesi… 2016 yılının Mart ayında imzalanan 5 yıllık göç anlaşmasını yenilemeye hazırlar, yeter ki kendi iç politik dengelerini bozan mülteciler sorunu nüksetmesin. Tayyip Erdoğan da AB’nin bu zaafını çok iyi biliyor ve kendi açısından bu kozu çok iyi kullanıyor.

Bir zamanlar AB’yi Kopenhag Kriterleri’yle anardık. Hâlbuki bugün “demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı” temelinde yükselen bu ilkelerin her birinde Türkiye hızla geriye giderken, Avrupa Birliği zirvesi bu durumu görmezden geliyor ve reel politikaya teslim oluyor. Belki bu kaypak tutum için iki neden daha sayılabilir.

Birincisi, artık Türkiye Avrupa Birliği üyeliğinin iyice uzağında görülüyor, bir geçiş süreci tasarlamanın bir anlamı kalmamış bulunuyor. İkincisi, Avrupa Birliği üyelerinin bir kısmı hızla otoriter, baskıcı rejimlerle yönetiliyor. Bırakın Türkiye gibi bir uzatmalı adayı; Macaristan, Polonya gibi asli üyelerin, otoriter liderler yönetiminde Kopenhag Kriterleri’nin uzağına düştüğü gözleniyor.

BORREL RAPORU: RUHU KURTARMA BELGESİ

Türkiye’nin Avrupa Konseyi kapsamında İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmesi bile AB çevrelerinde yeterince tepki uyandırmamışsa, bundan sonra onlardan demokrasi, insan hakları, kadın hakları kapsamında duyarlılık beklemek safdillik olur gibi görünüyor. Aslında zirveye sunulan, AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrel’in 16 sayfalık Avrupa Birliği-Türkiye siyasi, ekonomik, ticari ilişkiler raporunda tüm kritik konulara değinilerek, bir anlamda Brüksel “ruhunu kurtarmış” oldu.

Türkiye’nin AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesine uyum oranının yüzde 11 olduğu vurgulandı. Ancak dış politikaya ilişkin pek çok konuda aslında Ankara ve Brüksel’in pek de uzak olmadıkları görülüyor. Örneğin Fırat’ın doğusunda Kürt bölgelerine yapılan harekâtlar kınanırken, Fırat’ın batısında Türkiye’nin cihatçılarla içli dışlı ilişkileri hiç sorgulanmıyor. Çünkü AB, Türkiye’nin himayesindeki muhalif Suriye Ulusal Konseyi’ni Suriye halkının meşru temsilcisi sayıyor, raporda Türkiye’nin İdlib’deki varlığına övgüler düzülüyor.

Metinde hâkimler ve savcılar üzerindeki baskıların yargı bağımsızlığına olumsuz etkisinin altı çiziliyor. Yetkililerin gazetecileri, öğrencileri, avukatları, muhalif politikacıları ve aktivistleri terör bağlantılı suçlamalarla gözaltına aldıkları, yargıladıkları ve mahkûm ettikleri vurgulanıyor. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması dahil Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) nihai kararlarının uygulanmadığı hatırlatılıyor. 2 Mart’ta benimsenen insan hakları eylem planının insan hakları, yargı bağımsızlığı ve kanun hâkimiyeti konularındaki yetersizliklere parmak basmadığı belirtiliyor.

Velhasıl bu konulardaki eleştiriler kayda alındıktan sonra, sonuç bölümünde hiçbir yaptırım önerisine yer verilmemesi dikkat çekiyor. Bu tavırsızlığın diğer bir nedeni de Türkiye ile AB arasındaki sıkı ekonomik bağlar. Raporda 2020’de taraflar arasındaki ikili ticaret hacminin 132,5 milyar avroyu bulduğu bildiriliyor. Türkiye ihracatının yüzde 41’ini AB’ye yaparken, ithalatında AB’nin payı üçte bir civarında seyrediyor. Aynı zamanda AB ülkelerinin Türkiye’de 58,5 milyar avro doğrudan yabancı sermaye yatırımı bulunuyor. Geçen haftaki gibi borsada banka hisseleri dip yapınca kaybedenler arasında İspanyol, İtalyan, Fransız yatırımcılar başta geliyor.

BASININDA KARANLIK TÜRKİYE TABLOSU

Bu nedenlerle AB liderleri, ekonomisi yeni bir sarsıntıdan geçerken Türkiye’ye bir kredi daha açmakta, Erdoğan’a taze bir hayat öpücüğü kondurmakta tereddüt etmiyor. Gelgelelim Avrupa basını Naci Ağbal’ın görevden alınmasıyla tetiklenen ekonominin son krizinde oldukça karamsar bir tablo çiziyor.

Haftalık The Economist dergisi, eski bir futbolcu olan Erdoğan’ın kendi kalesine gol attığını vurgulayan yazısında ekonominin şöyle bir ikileme sıkıştığını dile getiriyor; faizleri yüksek tutup, lirayı korumak veya faizleri indirip ekonomiyi canlandırayım derken yeni bir döviz krizini tetiklemek (27 Mart 2021). Türkiye’ye ilişkin editoryal yorumda da, benzer ülkelerin, yabancı sermayeye bu denli bağımlıyken, üstelik de küresel faiz oranları yükselişteyken merkez bankası bağımsızlığını ihlal eden Türkiye’nin düştüğü durumdan ibret almaları gerektiği söyleniyor.

Financial Times gazetesinde de Ağbal vakasından sonra 1 haftada Türkiye üzerine tam 13 makale yayımlandı. Gazetenin görüşünü yansıtan editörler kurulu metninde Türkiye’nin, hele ABD’nin sıkı para politikası uygulamasına geçmesi halinde, bir “yükselen ülke” krizinin merkez üssü olabileceği uyarısı yapıldı. Ekonominin sıkıştığı şu noktada liranın değer yitirdiği, enflasyonun yükseldiği, yaşam standartlarının düştüğü bir “sert inişten” başka çare görünmediği öne sürüldü. Merkez Bankası’nın rezervleri tükettiği bir koşulda, sermaye kontrolleri uygulanmasının tasarruflarını döviz hesaplarında tutan orta sınıfların tepkisine neden olacağına dikkat çekildi (Editorial Board 23 Mart 2021).

Financial Times’taki 4 yazarlı diğer bir yazıda,

7 Kasım’da Albayrak’ın

istifasıyla başlayan süreçte 19 Mart’a kadar swapler yoluyla 16 milyar dolar, devlet tahvillerine 4 milyar dolar, hisse senetlerine 700 milyon dolar para girdiği hesaplanıyor. Ayrıca uluslararası piyasada döviz bazlı 4 milyar dolarlık tahvil satıldığı hatırlatılıyor. Ağbal’ın görevden alınmasının ardından 6,5 milyar doları swaplardan olmak üzere liradan hızlı bir kaçış başladığı belirtiliyor. Bundan sonra Türkiye’nin borçlanma maliyetlerinin hızla yükseleceği uyarısında bulunuluyor (Investors left shocked after Erdogan upends Turkey’s markets, 27 Mart 2021).

MÜCADELEDEN BAŞKA YOL OLMADIĞI AÇIK

AB liderleri su almaya başlayan Türkiye gemisini yüzdürmeye çalışadursun, sıcak para ülkeyi hızla terk ediyor. Bir anlamda jeopolitiğin yüzü suyu hürmetine, Suriyeli mültecilerin korku belasına Erdoğan’a koltuk çıkmaya çalışan siyasi otoritelerle, kısa süreli kar dürtüsünden başka motivasyonu bulunmayan finans kapital arasında bir çelişki su yüzüne çıkıyor. Ekonomide kur- faiz makro dengeler hangi noktada kurulursa kurulsun, ülkemizin sade yurttaşına derinleşen işsizlikle, artan hayat pahalılığıyla, yaygınlaşan yoksullukla ciddi bir fatura daha çıkacağı anlaşılıyor.

Bir zamanlar liberallerin, sol liberallerin fazlaca bel bağladığı AB çıpasının artık demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hiçbir değerin azgın sularda sürüklenmesini önleyemediği, dahası bu konuda öyle sanıldığı gibi pek de ilkeli davranılmadığı net biçimde ortaya çıkıyor. Bir kez daha, eğer daha demokratik, daha özgür, insan haklarına daha saygılı bir ülkede yaşamak istiyorsak, bunun ancak ve ancak kendi mücadelemizle kazanılacağı gerçeği yüzümüze çarpılıyor.