Mutlu Erol Kahya Tüm yurtta 1 Mayıs hazırlıkları devam ederken ekonomik krizin emeğe yansımalarını, emeğin güncel taleplerini ve emek hareketinin geleceğini araştırmacı/yazar Zafer Aydın ile konuştuk. • Ekonomik kriz derinleşiyor. Krizin emeğe yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz. Emeği neler bekliyor? AKP’nin makro düzeyde işleri “iyi” götürdüğü balayı yıllarının sona erdiği, işlerin rayından çıkmaya başladığı uzun süredir söyleniyordu. […]

Emeğe dönük saldırılara set çekmeliyiz

Mutlu Erol Kahya

Tüm yurtta 1 Mayıs hazırlıkları devam ederken ekonomik krizin emeğe yansımalarını, emeğin güncel taleplerini ve emek hareketinin geleceğini araştırmacı/yazar Zafer Aydın ile konuştuk.

• Ekonomik kriz derinleşiyor. Krizin emeğe yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz. Emeği neler bekliyor?

AKP’nin makro düzeyde işleri “iyi” götürdüğü balayı yıllarının sona erdiği, işlerin rayından çıkmaya başladığı uzun süredir söyleniyordu. Ekonomik göstergeler, kriz çanları çalarken, AKP elindeki medya gücünü de kullanarak “kriz yok, algı operasyonu” var adlı absürt komediyi sahneleyerek, seçimi atlatmayı başardı. Seçim sonrasında ise, Hazine Bakanı, atılması planlanan adımları içeren bir reform programı açıkladı. Sermayenin bütün örgütleri, yapılan açıklamayı “reform”, “devrim”, ”değişim” nidaları altında, sevinçle karşıladı. Esasında sermaye örgütlerinin Hükümetin ilan ettiği programı bu kadar büyük bir coşkuyla karşılaması, “emeği ne bekliyor” konusunda bize yeterince fikir veriyor. Sermaye örgütleri sevindi, çünkü ilan edilen “reform paketi” sermayenin borç yükünü, emekçilerin sırtına yükleme hedefinde.

Borçla harcayan, har vurup, harman savuran, zevkusefa süren mirasyedi, borç ödeme vakti geldiğinde, önce taşınır, taşınmaz menkulleri satar. Onlar yetmez, sıra evdeki masa sandalyeye gelir. O da yetmeyince etrafında kimi gözüne kestirmişse onu çarpmaya çıkar. Çünkü alacaklının iki eli gırtlağındadır.

AKP’nin yaptığı da, içinde bulunduğu durum da tam da budur. AKP borçla yandaş sermayeyi büyüttü, borçla harcadı, borçla saray, yol, bina, köprü, havaalanı, cami yaptı, borçla zevkusefa sürdü. Borçları ödeme vakti geldiğinde ise özelleştirme yoluyla elde avuçta ne kalmışsa sattı, o da yetmeyince etrafta çarpacak birilerini aramaya başladı. Gözüne de işçileri, işçilerin kıdem tazminatını kestirdi. Hazine Bakanı yaptığı açıklamasında, kıdem tazminatının, zorunlu hale getirilecek olan BES(Bireysel Emeklilik Sigortası) ile entegre bir biçimde fona devredileceğini açıkladı. Hazine Bakanı saklama, gizleme ihtiyacı duymadan, açık, açık yapılmak istenilenin “şirketlere, ucuz ve uzun vadeli kredi sağlayacak bir fon yaratmak olduğunu” söyledi.

Hak-İş Başkanı bu açıklamayı görmüş müdür bilmem, ama açıklama, düzenlemede amacın, iddia edildiği gibi, kıdem tazminatını alamayanların alacaklarını güvence altına almak değil, kıdem tazimatını sermayeye peşkeş çekmek olduğunu, yağmalanacak yeni bir kaynak yaratmak olduğunu ortaya koyuyor. Kıdem tazminatının BES ile entegre edilmesi aynı zamanda kıdem tazminatı maliyetine, fonun finansmanına işçilerin de dahil edilmek istendiği anlamına geliyor. Yani gözleri hem işçinin kıdem tazminatında, hem de AKP Grup Başkanvekilinin çay ve simit hesabından cebinde kalan parada.

Kıdem tazminatının fona devredilmesi, sadece işçilerin maddi kayba uğraması ya da var olan bir hakkın, zamana yayılarak, kuşa çevrilmesi, tasfiye edilmesi demek değil. İşçilerin iş güvencesi de olumsuz olarak etkilenecek. Çünkü kıdem tazminatının varlığı özellikle toplu işçi çıkarmalar için caydırıcı bir özellikte. Kıdem tazminatının tasfiyesi kriz dönemlerinde yaşanan işçi kıyımının daha da büyümesini getirecek. Öte yandan bir süredir emekçiler, yükselen fiyatlar karşısında eriyen ücretler ve işten çıkarmalarla ekonomik krizin sonuçlarını yaşamaya başladılar bile. DİSK-AR’ın yaptığı araştırmaya göre Ağustos 2018 ile Ocak 2019 arasında istihdamdaki kayıp, 2 milyonun üzerine çıktı. Hep söylendiği gibi, kriz kapıya dayanınca işçileri bekleyen yoksulluk, işsizlik ve hak kayıplarıdır.

• İşten çıkarma ve hak gasplarına yönelik, pek çok işçi direnişi de gündeme geliyor. Ancak, şu aşamada emeğin krize karşı birleşik ve güçlü bir ekseninin de henüz oluşmadığını görüyoruz. Bu noktada krize karşı emeğin savunulmasında nasıl adımlar atılabilir?

Evet, durum budur. Emek hareketi merkezi düzeyde, direniş sergilemekten, tepki vermekten uzak bir durumda. Ama gücünü kaybettiği ya da imkânı olmadığı için değil, işçi sınıfının gücünün siyasal iktidara karşı seferber edilmek istenmemesi nedeniyle. Zaten Hükümet’in, büyük bir rahatlık içinde işçi haklarını gasp etmesi, işçilere grev yaptırmaması, bugün saklama, gizleme, yumuşatma, yuvarlama ihtiyacı duymadan kıdem tazimatına göz diktim diyebilmesi, emeğin birleşik ve güçlü bir merkezden yoksun olmasından kaynaklanmakta. Oysa yakın tarihte örneklerini gördüğümüz, Demokrasi Platformu ve Emek Platformu gibi örgütlenmeler ile emek ve meslek örgütleri, siyasal iktidar karşısında ortak tutum alabiliyor, itirazlarını, taleplerini dile getirebiliyor, ortak mitingler, eylemler düzenleyebiliyordu. Elbette burada kör öldü, badem gözlü oldu demek niyetinde değilim. Ama emeğin merkezi bir muhalefet odağının olması, emeğin haklarına yönelik saldırılara karşı fren mekanizması oluşturuyordu. AKP’nin emek örgütlerinin bir kısmını denetim, kontrol altına alması ve bir kısmını doğrudan kendi aparatı haline getirmesiyle merkezi düzeyde birlikte davranma zeminleri oradan kalktı. Krizin derinleşmesine ve emeğe yönelik saldırıların boyutlanmasına rağmen emek ve meslek örgütlerinin merkezi düzeyde bir cephe oluşturma ihtimali bugün için çok düşük. Böyle bir merkezi örgütlenmenin önemli bir parçası olarak görülmesi gereken Türk-İş, öyle anlaşılıyor ki, AKP’nin iyice elden ayaktan düştüğünü görmeden harekete geçmeyecek.

O halde geriye direniş odağının aşağıdan örgütlenmesi kalıyor. Bölgesel düzeyde, emek ve meslek örgütlerinin oluşturacağı platformlar bu işin birinci ayağı. İkinci ayak ise bu platformlarla birlikte hareket edecek, sendikalı, sendikasız, işçi, kamu çalışanı, kadrolu, taşeron işçisi ayrımı yapmadan emekçileri buluşturacak işçi komiteleridir. Bu komiteler doğrudan “Kıdem Tazminatını Savunma Komiteleri”, “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz Komiteleri” olarak da kurulabilir. Sonra başka bir biçime dönüşür, süreklilik kazanır, ona sonra bakılır. Ama bu aşamada, savunma odaklı komiteler acilen hayata geçirilmeli. Aşağıdan yapılacak örgütlenmeyle hem birleşik bir mücadele aracı yaratılmış olacak, hem yukarıda kulağının üstüne yatanlara aşağıdan organize bir tazyik imkânı doğacak, hem de sendikaların içinde değiştirici, dönüştürücü dinamiklerin ortaya çıkması sağlanacaktır.

Haklısınız, son dönemde işçi direnişlerinin arttığını görüyoruz. Bu sessizlik döneminin yavaş yavaş bittiğine bir işaret. Ama bu direnişler lokal eylemler olarak kalıyor. Duyarlı bazı örgütlenmelerin dayanışma çabaları ve sendikaların maddi desteği ile sürüyor. Bu direnişler bölgesel ve merkezi bir güce yaslanmadığı, oradan layıkıyla destek görmediği için bir müddet sonra ya “buruk zaferlerle” sonuçlanıyor ya da sönümlenip gidiyor. Bölgesel örgütlenmeler bu açıdan da önem kazanıyor. Bölgesel örgütlenmeler, İşçi direnişlerini sahiplenmesi ve desteklemesi ile başka türlü sonuçlar elde etmeyi mümkün hale getirecektir.

• Yeni teknolojilerle birlikte emeğin parçalanması ve giderek güvencesizleşmesi uzun zamandır tartışılan bir konu. Emek hareketinin emeğin yeni durumuna yanıt verecek politika ve örgütlenmeler geliştirdiğini düşünüyor musunuz?

Yaşanan teknolojik dönüşüme bağlı olarak üretimin, istihdamın, işçinin yapısı değişti. Sendikal örgütlenme için büyük avantaj sağlayan çok sayıda işçinin çalıştığı işyerlerinin yerine şimdi hukuksal ve mekânsal olarak parçalanmış işyerleri var. Sanayide yoğunlaşan istihdam, hizmetler sektörüne kaydı. Çalışanlar arasında katmanlaşma arttı. Bütün bunlar, sendikaların tabanını daraltan, sendikal örgütlenme açısından bazı olumsuzluk yaratan, güçlük çıkaran faktörler. Ama bütün bunlar aşılamaz değil. Bunun için örgütlenme perspektifini, stratejisini değiştirmek gerekiyor. İşyeri/işkolu, ana şirket/taşeron, güvenceli/güvencesiz, büyük/küçük işyeri ayrımını aşan, sadece işyerlerini değil, yaşam alanlarını da örgütlenmenin sahası haline getiren, işsizleri de kapsayan, işçilerin eş ve çocuklarını da sendikanın fahri üyesi haline getiren bir örgütlenme anlayışına ihtiyaç var.

Bu konuda oldukça fazla yayın yapıldı, yetkin akademisyenler, konu üzerine kafa yoran araştırmacılar geniş bir külliyat ortaya koydu. Geride bıraktığımız yıllarda sendikalar da bu konuda çeşitli tartışmalar yaptı. Yani, “Değişen koşullar altında, emeğin sorunları nelerdir?”, “ Sendikal örgütlenme açısından günün ihtiyaçlarına nasıl yanıt verebiliriz?” sorularının cevabı bana göre mevcut. Kabul eden olur, olmaz ama yeni döneme ilişkin politikalar ve çözüm önerileri geliştirildi. Elbette ucu tartışmaya açık bir biçimde. Olmayan ortaya konan perspektifi sahiplenip ve hayata geçirecek irade. Sendikaların çoğu yaşanan daralmayı aşma, yeni üye yapma, örgütlenme faaliyeti sürdürme gibi bir anlayışa, hevese ve niyete sahip değil. İşçi kendisi örgütlenip, gelirse ne ala. Gelmezse, nasıl getirebiliriz diye bir dert yok. Bu nedenle “kim yapacak” sorusu, “ne yapılacak” sorusundan daha çok cevap arayan bir soru.

• Emeğin geleneksel örgütlenme biçimi olan sendikalarla birlikte, son dönemde emeğin farklı kesimlerinin farklı örgütlenme biçimleri de ortaya çıkmaya başlıyor. Emeğin bu farklı örgütlenmeleri ile aralarında nasıl bağlar oluşturulabilir?

Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor ki, sendikalar işçiler için hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmışsa ve tarihsel olarak nasıl bir rol oynamışsa, o rol, o misyon olduğu gibi devam etmekte. Sendikaları, sendikacıları eleştiriyoruz, ama sendikaların ömrünü tamamladığı görüşünde değiliz. Eleştirilerimiz, sendikaların, fonksiyonlarını işlevini ve misyonunu yerine getirememesi üzerine.

Son dönemde ortaya çıkan işçi dernekleri, platform ve benzeri örgütlenmeleri, sendikaların yerini alacak, sendikalara alternatif olacak yapılar olarak görmek doğru olmaz. Bu yapıları, sendikal örgütlenmeyi, besleyici, takviye edici örgütler olarak değerlendirmek gerek. Bu tip yapılanmalar, işçilerle ilişki kurmanın, eğitim çalışmaları yapmanın, sosyalleşmenin ve örgütlenmenin zemini olarak sendikal örgütlenme için bir koridor işlevi görmeli. Böyle olursa sendikal örgütlenmenin kimi zorluklarının ortadan kaldırılmasında iyi ve hayırlı bir vazife görmüş olur.

• 90’lı yıllarda sınıfın sonu tezlerinin öne çıktığı bir uzun dönem yaşandı. Bugün bu tezlerin etkisini kaybetmeye başladığı, sınıfın yeniden öne çıkmaya başladığı bir döneme giriyoruz. Bu noktada sınıfın yapısı ve toplumsal muhalefetin izleyeceği politikalar konusunda neler söylersiniz?

Bugün işçi sınıfı öldü ve benzeri tezler eskisi kadar itibarlı değil. En azından sadık ve sabık alıcıları dışında yeni alıcı bulamıyor, ama bu tezlerle yaratılan hegemonyanın etkisi sürüyor. Kabul etmeliyiz ki, egemenler bu tezler sayesinde istediği dizaynı yaptı. İşçilere, sendikacılara sınıfı, sınıfsal farklılıkları, sınıf mücadelesini unutturdu. Artık işçilerin “Biz” tanımı içinde, milliyetçilik, dindarlık var, AKP’li, CHP’li, MHP’li, olmak var ama sınıf yok. Bu yüzden, AKP tarafından grevi yasaklanan, ekonomik haklarını geliştirme imkânı elinden alınan işçi, AKP seçim kazandı diye meydanda sevinç gösterisi yapabiliyor. Beraber Cuma namazına gittiği için patronun ensesinde boza pişirmesine itiraz etmiyor. “Bizden biri” başkan diye, sendikasında söz hakkının yok edilmesine, kendi temsilcisini seçme hakkının ortadan kaldırılmasına aldırmadan, sendikanın tek adam rejimini alkışlıyor. İşçiler sınıf şemsiyesinin kapsayıcılığı altında birleşmeyenince, bölünüyor, birlikte tutum alamıyor. Hal böyle olunca, dayanışma, hak, mücadele gibi kavramlar çoğu işçi için bir şey ifade etmiyor.

Bu noktada hem sosyal alanda, hem de siyasal alanda, sınıfı yeniden hatırlatmak, sınıfın kavramlarıyla konuşmak, sınıf farklılıklarını anlatmak, emeğin haklarını kazanmanın da korumanın da yolunun sınıf mücadelesinden geçtiğini propoganda etmek gerekiyor. Özellikle kriz ortamında “hepimiz aynı gemideyiz” dolmuşuna binmemek için bu daha da elzem.

• Son olarak 2019 1 Mayıs’ının emeğin gündemi açısından en temel talep ve başlıkları nedir?

En temel talepler, emek örgütleri tarafından “kıdem tazminatına dokunma” ve “krizin bedelini ödemeyeceğiz” olarak ilan edildi. Bunda çoğunluk hemfikir. Emek örgütleri farklı farklı alanlarda toplanmış olsalar bile, 1 Mayıs gösterileri bu talepler etrafında gerçekleşecek. Ancak 1 Mayıs’ta hangi talebin dile getirilmesinden daha çok o talebin arkasına bir gücün yığılması, kararlılık ve mücadele iradesinin ortaya konulması önemli. AKP’nin “Yapısal Reform Programı” adı altında işçi haklarına yönelik saldırı hazırlığı içinde olduğunu ilan ettiği bir dönemde, 1 Mayıs, işçi sınıfının bu saldırıya set çekme gücü ve iradesine sahip olduğunun bir göstergesi olmalı. Olmalı ki, artık AKP, “ben ne istersem yaparım” rahatlığı içinde, elini işçinin cebine, haklarına, ekmeğine uzatamayacağını görsün.