4 çalışkan insanın hazırladığı Emeğin Kitabı’nın amacı,  “Emeğe ilişkin kuramsal analizi güncel olanla birleştiren ve her iki düzlemi tarihsel açıdan ele alan” çalışmalardan bazılarını bir araya getirmek.

Emeğin Kitabı

Emeğin Kitabı… Dört çalışkan insan, Melda Yaman, Güllistan Yarkın, Ş. Gürçağ Tuna ve Fuat Ercan, önemli, güzel bir derleme (Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2014) oluşturmuşlar. Amaç, “Emeğe ilişkin kuramsal analizi güncel olanla birleştiren ve her iki düzlemi tarihsel açıdan ele alan” çalışmalardan bazılarını bir araya getirmek. Kitabı, “Soma’da yitirdiğimiz tüm maden işçilerine” adamışlar. Ellerine sağlık…

663 sayfada otuz beş makale yer alıyor. Kitabı kuşbakışı da olsa tanıtmak,  bu yazının sınırlarını aşar; yazarlara haksızlık yapmış olur. Bölümler, editörlerin yukarıda aktardığım amacını içeriyor:  Emeğe kuramsal ve tarihsel bakışlar üzerinde yapılan iki gezintiyi, emeğin güncel hali üzerindeki çalışmalar tamamlıyor. Ben de, bu son kesimde yer alan ve  Türkiye’nin kol ve kafa emekçilerinden kesitler inceleyen birkaç çalışmayı tanıtmak, tartışmak istiyorum.

• • •

İbrahim Gündoğdu, Kayseri’deki mobilya, metal eşya ve tekstil fabrikalarından “işçi hikâyeleri” aktarıyor. Serkan Öngel, “Gebze’de tedarikçi ağlarında tutsak kalan” emekçileri anlatıyor. Nevla Akdemir ile Aslı Odman’ın çalışması ise “Tuzla tersaneler bölgesi” ile ilgili.

Kol emekçilerinin kaderinde belirgin bir “kötüye gidiş” ortaya çıkıyor. Temel etkenlerden biri, son yirmi yıla damgasını vuran; ana şirketi, hatta işletmeyi alt öğelere parçalayan taşeronlaşmadır. En aşırı durum Tuzla’dadır. Sekiz büyük aileye ait 44 tersane, üretimin büyük bölümünü her biri 3 ile 300 arasında işçi çalıştıran 1000-1500 civarında taşeron şirkete dağıtmıştır. Sadece Tuzla mı? “Firmanın altında üç dört tane şirket kuruldu; şirketimiz değişti.” (Kayseri). “Fabrikalarda taşeron diye bir şeyler çıktı. Aynı mekânda aynı işyerlerinden birden fazla işletme ortaya çıktı.” (Gebze).

Taşeronlaşma bazen (Kayseri’de olduğu gibi) doğrudan sendikalaşmayı önlemek içindir: “Sendika gelecekken bize dendi ki herkes iş akdini feshedecek; sonra şirketlere dağıtacağız. Sendikadan  istifa ettik, sonra şirketimiz değişti. Öne çıkanlar o şirkete, bu şirkete dağıtıldı.” Sonrasında sarı sendika dışında örgütlenmek söz konusu değildir.  “Patron ne ise, sendika o idi; öne çıkarsan işverene haber veriyordu.”

Veya Gebze’den bir sendikacının söylediği gibi; “İşyerlerinde uzun zamandan beri tek firmanın olduğu bir yer olmadı; bu da işçilerin örgütlenmesini zorlaştırdı.” Tuzla’da ise taşeron şirketlerde sendikalaşma fiilen imkânsızdır. Sadece kadrolu işçilerde örgütlü olan Dok Gemi-İş ise, “tam anlamıyla işverenin uzantısı halindedir”.

Sonuçta her yerde, “mutlak artı değer” yükselir. Gebze’de “12 saat çalışma, fazla mesai [ödenmeyen] normal çalışma olarak algılanmaya başladı.”  Kayserili işçi yakınıyor: “Köyde iki üç gün yoğun çalışsam bir sonraki gün dinlenirdim. [Şimdi] fabrikada on bir saat çalışma var. Müdür bayramın ikinci gün fabrikayı aç[ıyor]. Seni mahkum etmiş, sesin çıkmıyor.” Tuzla’da ise artan rekabet yoluyla fiyatları düşüren taşeronlaşma ile ölümcül kazaların artması arasında doğrudan bağlantı söz konusudur.

Din,  bu ortamda önemli bir işlev üstleniyor: “Allahı var;  patronumuz hepimizin arasından geçer; herkes gibi namazını kılar. Bu bile insanı motive ediyor. Kendini o an için aynı seviyede görüyorsun.” (Kayseri)

Tuzla çalışmasının saptamaları da aynı doğrultudadır: Dinsel ağlar işverenlerce aktif olarak ‘iş barışı’nın garantörü olarak kullanılır. Cuma’ları personel servisleri camiye işçi taşır; patron, taşeron, yönetici, işçi omuz omuza namaz kılar. “Eşitlik sanrısı her gün deneyimlenen sınıf çelişkilerinin üzerini örter.”

Gebze’de işverenden bağımsız sendikalaşmanın mümkün ve yaygın olduğu bir geçmiş hâlâ anılmaktadır: “İşçiliği örgütlü bir işyerinde yapmanın ne kadar güzel olduğunu, örgütsüz bir yerde çalıştığında anlıyorsun. Dayanışma duyguları, arkadaşlıklar  ben-merkezli değildi. Adamın evi taşınacak, kapının önüne kamyon, hepsi fabrikadan kadrolu işçi  arkadaşlarımız gelmiş. Evi taşır, akşama misafirliğe giderdik. 1990’lardan sonra işini kaybetme korkusu körüklendi. Dayanışma duygusu zedelendi.” 

• • •

Türkiye’nin kafa emekçilerine geçelim. “İşçileşen mühendislerin bir fotoğrafı”nı Elif Aksu Kaya; “hemşire emeği ve esnek üretim” bağlantılarını Özlem Özkan; “üniversitelerde dönüşüm ve bilim üretimi” sorunsalını ise Özgür Narin anlatıyor.

Kaya’nın anlatımına göre, yaklaşık %80’i özel sektörde yer alan,  işsizlerin ve mesleği dışında çalışanların arttığı mühendisler hızla işçileşmektedir. İşe alınmada diploma yeterli değildir; uzmanlık belgeleri de gereklidir ve bunların maliyetini mühendisler üstlenmektedir. Çalışma koşulları da kol işçilerine paraleldir. Mühendislerin yaklaşık yarısı haftalık yasal sınırın üzerinde çalışmakta; bunlara çoğu kez fazla mesai ödenmemektedir. Sınırlı süreli sözleşmelerle çalışan ve iş kazalarında ölen mühendis sayıları artmaktadır.

Özkan, esnek istihdama geçişin sancılarını çeken hemşirelerin sorunlarına ışık tutuyor. Hemşire emeği parçalara ayrılmakta; her bir parça farklı işler arasında dağıtılmaktadır. Kamu hastanelerinde dahi metalaşmanın bilinçli olarak yerleştirildiği koşullarda “hastanecilik sermaye sınıfı için kâr getirici bir alan” olmaktadır. Özkan’a göre  bu koşullara eklenen esnekleşmenin, “hemşire emeği üzerine en önemli etki[si] ‘proleterleşme’dir.” 

Narin ise, bilim üretiminin metalaşmasının genel sorunları  üzerinde odaklaşıyor. Bu, “üniversitelerin özelleştirilmesi, sermayenin etkinlik alanı içinde girmesi, piyasaya açılması, akademisyenlerin uluslararası emek piyasasının içinde yer alması” anlamındadır. Bu dönüşüm, Türkiye’nin “her ile bir üniversite”  uygulamasıyla birleşince sonuç “üniversitelerin gizli işsizlik deposu haline gelmesi” olacaktır. Narin, “gizli işsizlik yaratmak üzere diploma üreten” AKP üniversitelerinde bilimsel üretimin imkânsız hale gelmesini ayrıca incelemiyor. Buralarda, ideolojik ve politik baskı altında  ağır, güvencesiz  çalışma koşullarını üstlenmiş, proleterleşmiş öğretmenler çalışmaktadır.

• • •

Akdemir ve Odman’ın Tuzla çalışması, emek süreçleri içindeki hiyerarşik katmanlaşmayı, ince ayrıntılara girerek betimlemekte; ayrışmaları inceleyen sınıf çalışmalarına güzel bir örnek vermektedir.

Ancak, ayrıntılar kadar, sınıfın tümünü kucaklayan ortaklıklar da önemlidir. Emeğin Kitabı’nda Türkiye’de “emeğin güncel hali” anlatılırken, “hayatlarını kol ve kafa emeklerini satarak  sürdüren” insanlar da  incelenmiş oluyor. Bu insanların ortak niteliği “ücretli emekçi”, yani “işçi” olmalarıdır. Genelleştirirsek işçi sınıfını oluştururlar.

Kitabın yazarları bu geniş tablonun farkındadır. Örneğin Elif Aksu Kaya,  yazısının başında  “işçileşen mühendisler” ile kader  birliği  içinde olan (yani “işçileşen”) kafa emekçilerinden bir bölümünü sayıyor: “Yoğun mesai koşullarına dayanabilmek için kullandıkları ilaçlardan hayatlarını kaybeden doktorlar, atanamadıkları için hamallık, inşaat işçiliği yapan, intihar vakalarıyla gündeme gelen öğretmenler, doktorasını bitirdiği anda kendisini kapı önünde bulan akademisyenler…”

Akdemir ve Odman da ayrıntıyla inceledikleri Tuzla işçileri ile “daha geniş ortaklıklar” taşıyan “beyaz yakalılar”dan örnek veriyorlar: “Senelik kontratlarla çalışan öğretmenler, üniversite, dershane hocaları, müstakbel üniversiteli işsizler, performans ölçümlerine tabi çağrı merkezi çalışanları, stres altında kalp krizine maruz vergi memurları, kuryeciler, charter firmalarının pilotları, taksicilik yapan öğretmen emeklileri, reklam bürosunun dört duvarından başkasını görmeyen ‘kreativler’, markalar için çalışan kadınlar,  güvenlikçiler, gece yarılarına kadar ofiste çalışmaya devam eden sigortacı ve bankacılar, muhabirler…”   Nedir ortaklıkları? Yazarlar yanıtlıyor: “Sermayesi ve serveti olmadan, aslen ücret ve maaş ile geçinenlerden, bağımlı çalışanlardan bahsediyor, bir kader ortaklığı tasnifi yapmış oluyoruz.” 

Adını koysalardı, daha da iyi olurdu: İşçi sınıfı…    

Emeğin Kitabı’nın bir bölümü, bu sınıftan kesitleri ayrıntıyla incelerken, bizlere, ortak öğeleri de hatırlatmış oluyor.