Sendikalı yerlerde toplu sözleşme hareketliliği, sendikasız işyerlerinde direnişler, sokaklardaki protestolarla “Karakışın işçi baharına dönmesiyle ülke hapsedilmek istendiği karanlıktan kurtulabilir” diyebiliriz.

Emeğin Türkiye’si için!

Arzu Çerkezoğlu

Ülke tarihimizin en derin siyasal ve ekonomik krizlerinden birinin içinde tam anlamıyla bir karakış yaşıyoruz: Rekor üstüne rekor kıran enflasyon, durmak bilmeyen zamlar, devleti yönetenlerin yok saydığı işsizlik, enerji krizi, gıda krizi, pandemiye karşı önlemlerin tamamen son bulması derken değil insanca yaşamak ve hayatta kalmanın bile mesele haline geldiği bir ülke.

Sayısal bir veri olmanın çok ötesine geçen, toplumun geniş kesimlerinin yaşamlarında sarsıcı biçimde hissettiği geçim savaşına dair uzun uzun veriler sunmak da bu saatten sonra çok anlamlı değil. Sadece not düşmek adına bir iki veriyi hatırlatmak gerekirse, TÜİK verileriyle bile ortalama gıda enflasyonunun yüzde 55,61, en yoksul yüzde 20’nin gıda enflasyonunun yüzde 82,1, emeklinin gıda enflasyonunun yüzde 70,1 olduğu koşullarda asgari ücrete, memur maaşlarına ve emeklilere yapılan artışlar daha yılın başında eridi gitti.


Karakış tablosunun bir yanında eriyip giden, reel olarak gerileyen ücretler varken diğer yanında ise artık her evde en az bir işsizin olduğu Türkiye gerçeği var. Resmi rakamlarla 8 milyon kişinin, her 5 gençten, her üç genç kadından birinin işsiz olduğu, daha da kötüsü iş arama umudunu bile yitirdiği koşullarda hiçbir “istatistik numarası” bu kara tablonun etkisini azaltmıyor.

Her sabah daha da yoksullaşarak güne başlayan emekçi ve dar gelirli kesimler, daha fazla borçlanarak hayatta kalmaya çalışıyor. Milyonlar borçlanarak yaşam mücadelesi verirken, bir avuç zengine yine faiz geliri olarak Hazine’den, yani bizim vergilerimizden kaynak aktarılmasını öngören “Döviz Garantili TL Mevduat Hesabı” diye bir araç piyasaya sürülüyor. Emeğiyle hayatta kalma mücadelesi verenlerin taleplerine kulaklarını tıkayan, hatta taleplerini yükselttiklerinde her türlü baskı aracıyla susturmaya çalışan iktidar, zengini daha da zengin edecek politikalara sarılıyor.

Kapitalizmin en yıkıcı politikalarını benimseyen siyasi iktidar, emeğin daha fazla değersizleştirilmesi, toplumun daha fazla yoksullaştırılmasından başka bir yol tercih etmiyor. Bu ağır ekonomik koşullarda geçim mücadelesi veren halkı korumak yerine, zenginleri, sermayeyi ve bankaları koruyor. Pandemide vatandaşa cimri davranan, halka en az gelir desteği sunan, kısıtlı desteği de büyük oranda sermayeye akıtan iktidar, ekonomik sorunlar derinleşirken de bu sınıfsal duruşunu değiştirmiyor. Hatta bu sınıfsal duruş artık şiddet gösterileriyle de destekleniyor. İktidar örgütlenme hakkını isteyen işçileri polis baskınıyla hedef alırken, bu anayasal hakkı gasp eden, suç işleyen patronları savunuyor.

Bu koşullar altında geçinemiyoruz sloganıyla açığa çıkan tepkiler, asgari ücret sürecinde işyerlerinden meydanlara taşan ciddi bir işçi mobilizasyonuyla devam etmişti. Sendikalı işyerlerinde toplu iş sözleşmesi süreçlerindeki hareketlilik, sendikasız işyerlerinde fiili direnişler, işçilerin kazanılmış tüm yasal haklarını yok sayan “esnaf kuryelik, kendi hesabına çalışma” gibi tamamen güvencesiz çalıştırma biçimlerinin ağır sonuçlarına karşı ilk tepkiler ve zamlara karşı sokaklardan yükselen protestolar ile beraber şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Karakışın işçi baharına dönüşmesiyle bu ülke hapsedilmek istendiği karanlıktan kurtulabilir.

Bu ülkeye bir işçi baharı şart

Nüfusu büyük oranda işçileşmiş, her dört kişiden üçünün ücret geliriyle yaşamını sürdürdüğü ülkemiz aynı zamanda emeğin hakları açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi arasında gösteriliyor. Elbette bu bir tesadüf değil. Tamamıyla emeği ucuzlatma üzerine kurulu bir sermaye birikim stratejisinin doğal bir sonucu. Bu strateji son zamanlarda Çin Modeli, Yeni Ekonomi Politikası gibi isimlerle adlandırıldı. Grev yasaklamakla övünen bir zihniyetin yönettiği Türkiye’de ekonomik krizden ve pandeminin yol açtığı ekonomik etkilerden çıkış için emeği daha fazla yoksullaştırmak dışında bir yol ifade edilmiyor.

Bu tercih iktidarın daha baskıcı, daha ayrımcı, daha otoriter bir karakter kazanmasını da beraberinde getiriyor. Büyük oranda işçileşmiş bir toplumu, ucuz emeğe dayalı ekonomik tercihlerle asgari demokratik standartlarda yönetemeyeceklerini iktidar da biliyor.

Bu nedenle işçiler olarak sadece ekmeğimiz için değil, sadece geçinebilmek için değil, adalet için, demokrasi için de ayağa kalkmak zorundayız. Adalet/demokrasi mücadelesi ile ekmek mücadelesi giderek daha fazla iç içe geçiyor.

Nesnel koşullar bir işçi baharı için ne kadar olanaklı olsa da, öznel koşulların çok da elverişli olduğu söylenemez. En başta Türkiye işçi sınıfı örgütsüz, Türkiye halkı örgütsüz. Son dönemde özellikle DİSK’e yönelik örgütlenme talebinde büyük bir artış, büyük bir ilgi olduğunu söylememiz gerekiyor ama bu artışı örgütlenmeye ve bir sıçramaya çevirmek gerekiyor.

Niceliksel olduğu kadar niteliksel değişimlere de ihtiyacımız var. Büyük oranda yerleşik istihdam biçimlerine uygun olarak örgütlü olan ve işçi sınıfının bir bölümü için kısmi güvenceler sağlayan, bugünün gerçekliklerine uygun olarak gelişmesi ve yenilenmesi de gereken bir sendikal yapımız var. Tek tek direnişleri, çoban ateşi gibi parlayıp daha sonra sönmeden tek bir ortak hedef doğrultusunda birleştirmek için araçlarımızı çeşitlendirmek gerekiyor.

Baharın ortak hedefleri ne olabilir?

İşçi sınıfının yaşadığı gelir kaybını telafi etmesinin en önemli yolu, sendika ve grev hakkıdır. Bu hakların kullanımın önündeki tüm yasal ve fiili engelleri kaldırılmalıdır.

Diğer acil önlemler olarak, esnaf kuryelik/kendi hesabına çalışma/özel istihdam bürosu/taşeron adı altındaki tüm güvencesiz çalıştırma biçimlerine son verilmelidir.

Elektrik, su, doğalgaz ve internet faturalarına yapılan zamlar geri alınmalı, faturalar vergi ve kesintiden muaf tutulmalıdır. Benzer şekilde tüm gıda ürünlerinde ve temel tüketim mallarında KDV sıfırlanmalıdır.
Tüm maaş ve ücretler en az asgari ücret artış oranı kadar artırılmalı, yılın daha başında enflasyon karşısında eriyen asgari ücret yeniden belirlenmelidir.
En düşük emekli aylığı en az asgari ücret düzeyine çekilmeli, EYT’lilerin emeklilik hakları verilmelidir.
Fakirden alıp zengine veren politikalar değiştirilmeli, kâr ve faiz gelirlerinin vergilendirildiği, çok kazananın çok vergi verdiği adil bir vergi politikası benimsenmelidir.
Bunlar toplumun tüm emekçi kesimlerinin acil mücadele gündemleridir ve elbette çoğaltılabilir. Ancak asıl olan zengini daha zengin ederken, işçiyi, emekçiyi, dar gelirliyi yoksullaştıran temel politikaların değişmesidir. Eşitliğin, özgürlüğün, adaletin, barışın ve kardeşliğin egemen olduğu, ürettiğimiz toplam değerin hakça paylaşıldığı bir toplumsal düzenin, bizim ‘emeğin Türkiye’si’ dediğimiz ortak bir hedefin birleştiriciliği ile ülkemizi ve geleceğimizi yeniden kurmak mümkün.