TÜİK’in milli gelir istatistiklerinde emeğin payının giderek gerilediği en son %25-26 civarına kadar düştüğü görülüyor. Buna karşın bankalar başta gelmek üzere büyük şirketlerin, holdinglerinin kârlarının da keskin bir biçimde yükselmesi dikkat çekiyor.

Emek egemen ekonomi

Eğer emekten yana bir programdan söz ediyorsak öncelikle ekonominin kurgusunu ters yüz etmemiz gerekiyor. Piyasanın sinyallerine, ekonomik istikrarın önceliğine dayanan neoliberal anlayışı, toplumsal ihtiyaçlara, halkın acil taleplerine göre düzenlenen emek egemen bir tasarımla değiştirmemiz öncelik taşıyor. İlk elden iyice adaletsizleşen, gelir ve servet dağılımını emekten yana düzeltmek için bir sınıfsal tercihte bulunmak, gerekirse radikal adımları atmak zorunluluk taşıyor.


TÜİK’in milli gelir istatistiklerinde emeğin payının giderek gerilediği en son %25-26 civarına kadar düştüğü görülüyor. Buna karşın bankalar başta gelmek üzere büyük şirketlerin, holdinglerinin kârlarının da keskin bir biçimde yükselmesi dikkat çekiyor. Enflasyonun artışı da geniş halk kitlelerinin satın alma gücünü zayıflatmış, dolayısıyla yaşam standartlarını aşağı çekmiş, yoksulluğu yaygınlaştırmış durumda. Demek ki birinci önceliğimiz asgari ücretten, kamu personeli ve emeklilerden başlamak üzere ücretleri enflasyonu yakalayacak, büyümeden gelen refah payını da içerecek şekilde artırmak. İkincisi, fiyat kontrolleri ile gerekirse enerji sektöründe de ulusallaşmaya giderek fiyatları kontrol altına almak, yurttaşların elektrik, su, doğal gaz benzeri faturaları ödeyebilme tedirginliğini ortadan kaldırmak. Günlük geçim sorununa bağlı olarak kabaran tüketici ve kredi kartı borçlarını hafifletici önlemleri hayata geçirmek. Eğitim, sağlık, yaşlı ve çocuk bakımı, toplu ulaşım gibi toplumsal hizmetleri kamusal hale getirmek. Ülkemizde kronik bir hal alan çift haneli oranlarda seyreden işsizlik sorununu da çalışma saatlerinin günlerinin, halkçı paylaşımı çerçevesinde en aza indirmek. İnsanlarımıza bu ülkenin bir yurttaşı olmaları nedeniyle temel gelir ödemesi yapmak. Böylelikle emek sürecine katılamayan bireylere asgari bir gelir sağlamak. Diğer emekçilere de sermaye karşısında pazarlık güçlerini artıracak bir destek sunmak. Ayrıca yerel yönetimlerin organize ettiği semt mutfakları, okullarda ücretsiz beslenme hizmeti, tanzim satışlar düzenlenmesi yoluyla da bu ülkede açlığın, yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik programlar izlemek.

Gelelim toplumsal adaleti sağlama amaçlı bu adımların finansmanına. Birincisi, vergi gelirlerini, sonunda yükü emekçinin sırtına bindiren dolaylı vergilerden karlara, rantlara, gelire kaydıracak şekilde vergi sisteminin düzenlenmesi.

İkincisi, yıllardır süre gelen gelir dağılımı adaletsizliğine neşter vurulması. Özellikle en zengin %1’e odaklanan bir servet vergisiyle bütçeye destek sağlanması. Burada servetin varlıklı kesimler arasında el değiştirmesine yol açacak çok yüksek oranlardan ziyade, zamana yayılacak bir vergilendirmenin tercih edilmesi.

Üçüncüsü, bütçede vergi harcaması olarak yer bulan sermaye kesimine tanınan 1 trilyon liraya yaklaşan vergi istisna ve muafiyetlerinin minimuma indirilmesi.

Dördüncüsü, dış borçlardan ve kamu özel iş birliği projelerinden toplumun yararına kullanılmayan veya maliyetleri ile sunduğu hizmetlerin bağı kopmuş, yolsuzlukların konusu haline gelmiş borçların gözden geçirilerek, iptalleri ya da iskonto edilerek ödenmeleri şeklinde “tiksindirici borçlanma” sorunun ele alınması.

Beşincisi ise ekolojik yaklaşımımızın, döngüsel ekonomi anlayışımızın da sonucu olarak gerek kamuda gerekse bireysel tercihlerde israfa, gösterişe, lükse dayalı harcamaların sona erdirilmesi.

Doğaldır ki yukarıda öngördüğümüz çözümlerin demokratik bir planlama çerçevesinde uyumlulaştırılması, ekonomik demokrasinin gereği olarak halkın bu karar süreçlerinde söz, yetki ve karar sahibi olması büyük önem taşıyor.