Modern zamanlar, kendini inşa mı yoksa yıkım mı olduğu  kestirelemeyen davranışlarla şekillenmekte. Ortak belleğimiz,

Modern zamanlar, kendini inşa mı yoksa yıkım mı olduğu  kestirelemeyen davranışlarla şekillenmekte. Ortak belleğimiz, hiçe sayılarak sermayenin elinde parça parça boşlatılıyor!
Türk Sineması, sinema dili, yönetmeni, oyuncusu, senaristi  ve izleyenleri ile coğrafyamızın çehresini değiştirirken, uluslararası  pek çok platformda yeni mecralar, takdirler kazandırıken; yerel yönetim ve iktidar bu başarıyı Emek Sineması’nı yıkmakla taçlandırıyor, kutluyor!
“2010 kültür başkenti İstanbul” kültür mirasını yıkmakla megul. Çok değil birkaç yıl önce Emek Sineması’nın yıkılacağını söyleselerdi, hepimiz bu mantık dışı fikrin gerçekleşemeyeceğini rahtlıkla belirtir, o şahıslara hızlıca tedavi öneriridik.
Kapitalizm; akıl, farkındalık, insanlık gibi tedavülden kaldırılmak istenen sözcükleri yok ederek, vahşet yıkım üzerinden ilerler.
Ve bizler bir Pazar günü Emek Sineması’na film izlemek için değil, yıkılmasını engellemek için gideriz. Gitmekteyiz… Gideceğiz. Direnerek, mücadele ederek, dayanışarak…
Yaşam alanına, nefes alanına doğal olarak sahip çıkan bizler, “yıktırmayacağız!” diyoruz. Bu ret yalnızca bir karşı duruş değil… Bilinmeli ki, Emek’te izlediğimiz filmler, sinemayı kesen dar sokaklarda yaptığımız kritikler, tasarladığımız yeni senaryolar “bir ara alan”ın ruhundan beslenmektedir. Ortak belleğimizin gerçeklerinden süzülenlere Emek Sineması tanıklık etmiştir…
Emek, projesi yaşadığımız kapitalist düzenin gündelik hayatımızdaki yansımasıdır. Eklemlendiğimiz endüstriyel-kapitalist politikalarda ‘sanat’, ‘mal’a dönüştürülür. Bu bağlamda, yaşantıladığımız krizli günler, aniden beliren kötü bir sürpriz değil.
Gerçek, bütün çıplaklığıyla kendini göstermekte ve bize sormaktadır. Şehrin merkezinde sanat mı olmalı ya da?
Kent sözcüğünü; mimari kuramlar, kent sosyolojisi gibi disiplinlerle düşünerek tanımlamayı deneyebiliriz. Bunu başarmak zorundayız çünkü dünyanın sayılı megapollerinden birinde yaşıyoruz.
Mimarlık tarihçisi Spiro Kotof’u anımsıyorum. Kostof, ‘yıkım’ın faşist düşüncenin taktiği olduğunu bulgulamıştı. Kendi deyimiyle “Öldürmek iyileştirmek değildir. Yıkmak sevgiyi beslemenin asla akıllıca bir yolu değildir” cümleleri bize tanıdık geliyordur sanırım.
Geçmişle bağları kökten kopartacak olan yapıları yıkma işlemi Mussolini’nin temel politikasıydı. İnsanların belleğinin silinmesine karar vermişti dikta rejimi. Anılar olmamalıydı, yeni yapılar yeni zihniyeti temsil etmeliydi...
Kentin bir parçasına müdahale etmek, fiilen o kentin içinde yaşayan bireylerin kimliğine müdahale etmektir. Emek Sineması da bu kentin belleğidir. Sevgiliyle ilk buluşulunan ya da ayrılınan noktadır. İlk filmleri izlediğimiz yapıdır. İlk ödül deneyimi yaşanır. Sanatçılar son yolculuklarına uğurlanır ya da önünde çay kahve eşliğinde yeni uzun metrajlar tasarlanır.
Yapının  şehir kimliliğinin bir parçası olduğunu ve fonksiyonuyla değerlendirildiğinde başka bir alternatifin olmadığını kabul etmeliyiz.
Adım adım sökülen bellek, bizim. Yıkım tartışmalarında taraf olmak, itiraz etmek, sosyal bir sorumluluktan ziyade kendimizle kurduğumuz ya da kurmaya çalıştığımız ilişkinin de ipuçlarını barındırmakta.