Birkaç hafta öncesine kadar koronavirüs salgınıyla ilgili en yaygın yanlışlardan birisi, virüsün daha çok ileri yaşlı kesimleri etkilediğiydi. Salgının erken dönemlerindeki kısıtlı istatistiklere dayalı bu çıkarımın gerçeklikle örtüşmediği, hastalığın her yaş kesiminden insanı etkilediği zaman içinde ortaya çıksa da, resmi kısıtlayıcı tedbirlerin pek çoğu, yaşlıların sosyal yaşamdan izolasyonuna hedefleyecek biçimde alındı.

Sağlık Bakanı’nın ilk ölüm vakalarını açıklarken tamamının 65 yaş üzeri olduğuna yaptığı vurgu, bir yandan yaşlıları hedef haline getirirken, diğer yandan da diğer yaş gruplarının özellikle de çalışanların gündelik hayatlarındaki risklerin göz ardı edilebileceği fikrini pekiştirdi.

Bugünden bakıldığında ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarıyla birlikte değerlendirildiğinde Bakanlığın bu söyleminin, ülkede üretimin aksamaması için emekçilerin tüm risklere rağmen çalışmaya devam etmesini amaçladığı görülüyor. Çalışma yaşamının parçası olmayan tüm nüfus kesimlerinin evde kalması zorunlu iken, çalışan herkesin işe gitmekle zorunlu tutulması, siyasi iktidarın salgınla mücadelesindeki önceliğinin toplum sağlığını korumak değil, üretimin devamlılığını sağlamak olduğunu gösteriyor.

Siyasi iktidarın bu önceliğinin bedelini, aramızda çok sevdiklerimizin de olduğu her yaştan daha fazla kişinin hastalığa yakalanmasıyla ve hayatını kaybetmesiyle ödüyoruz. Türkiye’nin itiraf etmeksizin uygulamaya koyduğu bu “sürü bağışıklığı” yönteminin, birkaç hafta içerisinde sağlık sistemine taşıyamayacağı kadar büyük bir yük bindireceğini kestirmek zor değil.

EMEKLİLERİMİZİN DURUMU

Emekçilerin sağlıklarının korunması için harcadığımız gayret, uzun süreden beri evlerinden çıkmadan yaşam sürmek zorunda kalan, hayatın diğer zorlukları dışında bu kapatılmanın yarattığı psikolojiyle de baş etmeye çalışan yaşlılarımızı-emeklilerimizi görmezden gelmemize neden olmamalı.

2019 yılı verilerine göre ülkemizde 12 milyon 977 bin emekli ve hak sahibi bulunuyor. Ülke nüfusumuzun yüzde 15’inden fazlası emekli statüsünde yaşamını devam ettiriyor.

Ülkemizde emekli denilince akla gelen ilk şey, ayın belirli günlerinde bankalar önünde oluşan kuyruklarıdır. Gazete ve televizyon haberlerinden yıllardır aşina olduğumuz bu görsel, emeklileri maaş günlerinde sokağa çıkan, diğer günlerde evde oturup torun bakan bir kesim olarak algılatılmaya çalışılmasının göstergesidir.

Bu durum aslında egemen kesimlerin emeklilere yüklediği roldür. Emeklilik, bir tür toplumsal dışlama mekanizması olarak işlev görmektedir. Bu anlayışa göre üretimin aktif bir parçası olmayanlar, toplumsal zenginliklerin de hak sahipleri olamaz.

Bu dışlayıcı anlayış, emek ile emekli arasındaki bağı koparmak, görünmez kılmak, emeklileri toplumun sırtında bir yükmüş gibi göstermek istemektedir. Oysa her şeyden önce bilinmelidir ki, sosyal güvenlik devletin en temel görevi, yurttaşın da en öncelikli hakkıdır. Sosyal güvenliğin temel amacı bireyleri karşılaşacağı sosyal risklere karşı korumak ve bu risklerle karşılaştıkları zaman, riskin etkilerini en aza indirmektir. Bunun için çalışanların maaşlarından sosyal güvenlik primi tahsil edilir ve bu primler devlet tarafından kullanılır. Yani sosyal güvenlik mekanizmasının temel mantığı toplumun bütününün, her bir parçasına ve geleceğine ortaklaşa sahip çıkmasıdır.

Neoliberal anlayış bu toplumsal mekanizmayı ortadan kaldırmak, sosyal güvenlik ve sağlık sitemini bütünüyle ticarileştirmek, tüm kamusal zenginlikleri sermayeye kesimine aktarmak üzerine şekillenmiştir. Sosyal güvenlik alanında yıllardır küresel kapitalizmin dayatmalarıyla yapılan neoliberal düzenlemelerle emeklilik yaşı uzatıldı, çalışma gün sayısı artırıldı, aylık bağlama oranları düşürüldü, sağlığın finansman modeli değiştirildi. Bireysel emeklilik sistemleri ortaya çıktı. Zamanla Bireysel Emeklilik Sistemi zorunlu hale getirildi

Bu uygulamalarla sosyal güvenlik sistemi çökertildi, emekli olabilmek zorlaştırıldığı gibi, emekli maaşlarındaki artışlar da enflasyonun altında tutularak emekliler açlık sınırında yaşamaya mahkum edildi.

İktidar dönemi boyunca, ülkenin tüm kaynaklarını yandaş sermaye kesimlerinin hizmetine yönlendiren, birbiri ardına yapılan düzenlemelerle kamu kaynaklarını şirket kurtarmaları için harcayan, kamu bankalarının tüm kredileri olanaklarını sermaye kesimlerine sunan siyasi iktidar emek karşıtı yüzünü salgın döneminde de sergilemeye devam etmektedir.

Açlık sınırının 2345 TL’ye ulaştığı günümüz Türkiye’sinde ve içinde yaşadığımız bu zor koşullarda en düşük emekli maaşının 1500 TL’ye çıkartılması, cumhurbaşkanı imzalı maske ve kolonya dağıtımı aymazlığı bile bir lütuf olarak gösterilebilmektedir.

Bugün tüm dünya çapında iflas eden neoliberal anlayış ve onun ülkemizdeki 18 yıllık sadık uygulayıcısı AKP iktidarı emekçilerin alın terine olduğu gibi, emeklilerin geride kalan hayatlarına da göz dikmiştir.

Attığı her adımla hayatlarımızı giderek yaşanamaz hale getiren, bu zihniyete karşı insanca yaşanacak bir ülke için birlikte mücadele edecek, birlikte kazanacağız.