Çeşitli kitle teknolojileriyle kontrol edilmiş çerçevelenmiş onun dışına çıkmayan ne yapacağı kestirilebilir, düzeni tehlikeye atmayacak bir kitle istiyorlar.

Emekçilerle ortaklaştırmak zorundayız

Aysun Gezen

Millet İttifakı’nda cisimleşen politikalara neden restorasyoncu diyoruz? Onların kendi ürettikleri güçlendirilmiş parlamenter sistem belgelerini okuyup o belgeler içerisinden önerdikleri politikaların hangi mantık üzerine kurulu olduğunu ve bu mantığın hangi açılardan restorasyoncu olduğunu biraz anlatmaya çalışacağım. Ana hatlarıyla Millet İttifakı’nın güçlendirilmiş parlamenter sistem önerileri neleri içeriyor?


CHP demokratik hukuk devleti için güçlendirilmiş parlamenter sistem, bağımsız ve tarafsız yargı başlığıyla bir rapor yayımladı. Bu raporun giriş kısmında “Cumhuriyet’in demokrasiyle taçlandırılmasının mimarı olacağız. Cumhuriyet’i biz demokrasiyle yeniden buluşturacağız” gibi bir tespit var. Bu aslında İYİ Parti’de de ‘Türkiye milletin evinde Türk milletiyle birlikte yönetilir’ şeklinde ifadesiyle gözlemlediğimiz bir şey. Her iki partinin de yaklaşımına göre demokrasi OHAL ilan edildikten ve AKP rejimi giderek onların deyimiyle totaliterlik dozunu artırmaya başladıktan sonra bozuldu. Bunun dışında parlamenter demokrasi eğer klasik ilkelerle iyi işleseydi biz bugün bunları konuşuyor olmazdık gibi bir ön kabulleri var. AKP iktidarını 150 yıllık parlamenter geleneğin bir sapması olarak ele alıyorlar. Yani parlamenter sistemin kendi yapısal içkin krizlerinin ürettiği bir şey olarak değil de buradan bir sapma olarak ele alıyorlar.

Genellikle üzerinde durdukları şeyler Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin sınırlandırılması, parlamenter sistemin güçlendirilmesi, Meclis iç tüzüğünün demokratikleştirilmesi, Seçim Kanunu’nun yenilenmesi, barajın kaldırılması veya düşürülmesi gibi şeyler. Ama bizim açımızdan önemli olan ve bu dönüşümün neden restorasyon olduğunu belirtecek birkaç tane de şey var. Örneğin bunlardan bir tanesi aile destekleri sigortası önerisi. Aile destekleri sigortasında CHP’nin yaklaşımı, her aile işte ücret geliri dışında temel bir gelire sahip olacak şeklinde. Nereden elde edileceği noktasına öneri şu: “Asgari ücrete yüzde beş vergi koyacağım. Asgari ücretten aldığım yüzde beşlik vergiyle bunu finanse edeceğim. Ücret gelirlerine oranlı vergi uygulamaya devam edeceğim.” Serveti vergilendirmek gibi bir şeyi kafalarının ucundan geçmeden emekçinin cebinden alıp tekrar emekçiye geri döndürecekleri aslında sermaye kesimine hiç dokunmadan bunun finansmanını çevirecekleri bir öneriyle geliyor olmaları önemli bir adım.

Raporda yürütme ve idarenin hesap verebilirliği, liyakat başlığı altında Merkez Bankası ve serbest piyasa kuruluşları uzman ve özel kuruluşlar olarak düzenlenmelidir diye bir öneri var. Bu öneri içerisinde de başta Merkez Bankası gelmek üzere küreselleşmeyle birlikte giderek karmaşık hale gelen piyasa ekonomisinin düzenlenme denetimi ve yaptırım zincirinde kendi kurallarına göre işleyebilmesi için diye devam ediyor. Örneğin elektrik enerjisi çok önemli bir kamusal hizmetse neden piyasaya terk ediliyor ve özerk bağımsız kuruluşlar eliyle denetleniyor bunu neden programına bu şekilde alıyor? Bunun yanı sıra özelleştirmeleri destekleyen maddeler var. Bunlardan bir tanesi KİT’lerin özelleştirilmesi meselesi. Burada özelleştirmeye doğrudan karşı çıkan bir tutum yok. Kamulaştırma söylemlerinin izi ise bu programda yok. Emekliliği özel sektöre terk etme de var bunların arasında.

“Anayasa çalışma grubu oluşturduk. Bu anayasa çalışma grubunda, akademisyen, bürokrat, siyasetçi, iş insanı dostlarımız var” demişler. Emekçiler yok. Şimdi halk dediğimiz kavramı nasıl kullandığımız, ne anladığımız gerçekten çok önemli. Bunu çok açık ve seçik biçimde anlatabilmemiz gerekiyor. Çünkü halkın kendisi oluş içerisinde olan tarihten bugüne de halk içerisinde sayılma, tanınma mücadeleleriyle geçen yani onun sürekli sınırlarını gevşeten, esneten, tekrar sıkılaştıran mücadelelerle kurulmuş. Şimdi baktığınızda parlamenter sistemin temsil mantığı bir meslek haline getirmiş sözde bizi temsil eden bir mantık. Devletin ilk çıkış noktasına baktığında Marx çok net bir şekilde şunu söylüyor: İnsanın toplumsal etkinliklerinin bir kısmı kendine yabancılaştırılmış yani siyasal etkinliğe farklı bir yerde toplanmış ve devlet ile toplum ayrışmış. “Eğer devlet kendisine çizilen bu sınırların ötesine geçer toplumun, sivil toplumun işleyişine karışır, piyasayı da düzenleyici hale gelirse, işte bütün arıza oradan çıkıyor. Dolayısıyla devlet bu sınırlardan geri çekilsin.” Hem CHP’nin hem İYİ Parti’nin demokratikleşme ancak böyle olabilir, tarzı bir yaklaşımı var.

Parlamenter demokrasi önemli bir adımdır. Ama diğer taraftan temsil ettiklerini hiçbir zaman var oldukları şekliyle gösteremeyeceğinden, yani ele geçirilemez bir fark olduğundan dolayı da aslında mas etme işlemiyle birlikte düzeni istikrarsızlaştırıcı bir yanı da vardır diyorlar. Şimdi düzeni istikrarsızlaştırıcı unsur olarak düşündüğünüzde sokak tartışmaları bir yere oturuyor. Çünkü gerçekten çeşitli kitle teknolojileriyle kontrol edilmiş çerçevelenmiş onun dışına çıkmayan ne yapacağı kestirilebilir, düzeni tehlikeye atmayacak bir kitle istiyorlar.

Tanrısallaşan Erdoğan

Süleyman Soylu’nun “Bana bunları Allah yaptırdı” gibi söylemleri. İşte gülüp geçiyoruz, diyoruz ki meczup, kendini kurtarmak için söylüyor. Ama öyle değil. Çünkü bu söylemleri çok duyduk. Özellikle 15 Temmuz sonrası Tankları Durduran Ebabiller adında bir kitap çıktı. Fil Suresi’ne ilişkin diyor ki saldıranlara ebabil kuşlarını gönderdi. Kim gönderdi? Erdoğan. Tanrısallaştırdıkları bir durum var. Ve kitabın bütün yapılanması baştan aşağı ayetler, sureler ile Erdoğan’ın söylediklerinin yapılandırıldığı, bunlara yorumlar, tefsirler getirilmesi. Bu tanrısallaştırma işi aslında laiklik ilkesiyle de çok yakından bağlantılı olarak iktidarın kaynağının yeniden aşkınlaştırılması, bizim yeniden tebalaştırılmamız, kullaştırılmamız noktasında bir müdahalenin de önemli bir aracı haline geliyor. Biz laikliği tartışırken bunu da tartışmak zorundayız. Yani Kılıçdaroğlu’nun sürekli “Ben kul hakkı yedirmem, işte kul hakkını savunurum” dediği o söylem de aslında AKP'nin tam da kurduğu hegemonyanın sınırlarında dolaşan, onun dışına çıkamayan ve maalesef laiklik ilkesine, onun getirdiği iktidarın sınırlanması, özneleşme süreçleri gibi her şeye aykırı olan o damarı, o temeli besliyor.

Örneğin İstanbul Müftülüğü 2014 yılında “İş güvenliği önlemlerinin fazlaca alınmış olması Allah’ın güvenini sarsar” demiş. Düzce Müftülüğü 2011 yılında “Kârlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır mesuliyete sokar” demiş. Kayseri Müftüsü 1 Mayıs’ta “İsyan yerine ibadet edin” demiş. İşİ yavaşlatmak haramdır. Patronun kârını azaltmak günahtır. Greve çıkmak günahtır vs. Buna şükür etmemiz, boyun eğmemiz, itiraz etmememiz gerektiği yönünde bir ideolojiyi işçi sınıfı arasında yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla değiştirme potansiyelini açığa çıkaracak isyan meselesinin kendisini kökünden ortadan kaldırıyor. Sınıfsal boyutuyla birlikte bunu ele aldığımızda laikliğin özneleşme üzerinde yaratacağı etkiyi de değerlendirmek zorundayız.

Son söz şu olsun: Enes Kara’nın ardından birçok gencin sorgulama yaşamaya başladığını düşünüyorum. Bir genç kadının konuşmasına şahit oldum. Babasına telefonda bağırarak “Sen çok baskıcısın, ben senden korkuyorum ama bunu ilk kez dillendirebiliyorum” diyordu. Bu gençlerin özne olmak istemesi Enes Kara’nın üzerinden yaşanan tartışmalarla birlikte açığa çıktı. Şimdi biz “Söz, yetki, karar, iktidar halka” diyorsak artık halkın tüm sözünün, yetkisinin, kararının halk adına en iyiyi bildiklerini iddia eden temsilcilere verilmesine karşı çıkmalıyız. Onların özneleşmesini, öz örgütlülüğünü yaratan bir mecra sunmalıyız. Mahalle, fabrika konseylerine, komitelerine ihtiyacımız var. Yerelden merkeze doğru örgütlenecek meclisler yönetiminin idari, siyasi ve hukuki yanlarını da düşünüp bunu ete kemiğe büründürüp bir program olarak koymak zorundayız. Bunu doğrudan emekçi kesimlerle birlikte tartışıp birlikte oluşturmak zorundayız. Onlar adına onlar yerine düşünmek değil ya da CHP’nin yaptığı gibi “Bana güvenin, ben sizin için en iyisini biliyorum” gibi onlardan güven talep ederek değil. Hepimiz için ortak ilkenin ne olduğunu birlikte tartışıp birlikte yaratmak zorundayız, diye düşünüyorum.