Her ne kadar bilinen iki fotoğrafında siyah kıyafetli olsa da, Dickinson, eve kapandıktan sonraki hayatının neredeyse tamamını beyaz bir elbiseyle geçirdi. Neden bilinmez ama belki de bu karanlık çirkinlikten sıyrılmanın çaresini aradı o beyazlıkta.

Emily Dickinson'ın yalnızlığı

SERHAT HALİS

Tolstoy’un karlı bir Moskova gecesinde bitirdiği “Diriliş” romanı; “Avuç içi kadar bir alana sıkışmış olan birkaç yüz bin insan, üzerinde yaşadıkları toprağı bozup çirkinleştirmek için uğraşıp durmuşlardı” cümlesiyle başlar. On dokuzuncu yüzyılın bitimine on üç gün kala sonlanmış bir eserin ilk cümlesi olduğuna bakmayın. Bu cümle, aslında tüm zamanlara aittir, hem de her şeyiyle…

Bir araya gelmiş her insan çirkinleştirir. Tolstoy’un dediği gibi belki önce üzerinde yaşadığı toprağı çirkinleştirir; ama en çok geçmişi çirkinleştirir. Hem toprak çirkinleşti mi diğer her şey çirkinleşir; geçmiş dahil… Avuç içi kadar bir alana sıkışınca tüm geçmişler, çirkinleşir o zaman. Yani tuhaf bir yaratıktır geçmiş; şimdiki zamanlarda ve her yerde...

Kolay olmasa da bu çirkinliğin farkına varan insan, bir an evvel kaçmak isteyebilir. Ne var ki bu civarlarda bunu yapmanın pek olanağı yok. Kaldı ki insanlardan kaçış bir yöntem olabilir mi? Bunları, otuz iki yaşındayken altı ay boyunca yalnızlığı seçmiş biri olarak yazıyorum. Ancak anlaşıldı ki ben yalnızlığımda başarısız biriydim…

Emily Elizabeth Dickinson da, 1862 sonbaharında, kendini eve kapattığında otuz iki yaşındaydı. Yaşamını yitirdiği 1886 yılına kadar da bir daha hiç dışarı çıkmadı. Yirmi dört yıllık tercihi bir mahpusluktu bu. Yaygın kanıya göre, karşılıksız bir aşk neticesinde yaşadığı büyük acı, O’nun önce içine sonra eve kapanmasına neden oldu.

Dickinson’ın yirmi dört yıllık yalnızlığı, benim altı aylık yalnızlığım gibi başarısız değildi elbette. Başarılı bir yalnızlık, başarısız bir kalabalıktan daha yeğ midir bilemem; ama Dickinson, bugün Amerikan şiirinin önemli köşe taşlarından sayılır. Onu bu noktaya taşıyan şey, yalnızlığındaki başarıdır.

KARŞILIKSIZ BİR AŞK

İlk gençlik yıllarında neşeli ve dışa açık olan Dickinson, şiirsel gelişimini, çeşitli isimlerin kendisine hocalık yapmasıyla kazandı. Bunlardan biri de evli bir din adamı olan Charles Wadsworth'tu. Yaygın kanıya göre Dickinson Wadsworth’a olan karşılıksız aşkı nedeniyle içine ve sonunda da bir daha hiç dışarı çıkmamak üzere evine, hatta odasına kapandı.

Dickinson’ın hayatında, iki büyük kırılma noktası vardır. Bunlardan biri Wadsworth’a olan karşılıksız aşkı, diğeri ise en yakın dostu ve kuzeni olan Sophia Holland’ın genç yaşta yaşamını yitirmesidir. Dickinson’ın şiirlerinin alt metninde bu iki kırılma noktasının derin izleri yatar.

Emily, Wadsworth’la ilk kez, ailecek gittikleri Philadelphia gezisinde tanıştı. Bu yüzden daha sonra Wadsworth’dan “Philadelphia’m” diye bahsedecekti. Uzun yıllar boyunca Wadsworth’a olan aşkının acısını içinde hissetti. Yazdığı şiirlerin bir kısmının Wadsworth’a olan aşkını anlattığı düşünülüyor. “Kalbim Unutacağız Onu” bunlardan biridir ve bu kadar sade bir şiirden beklenmeyecek kadar da dokunaklıdır, derindir.

Kalbim, unutacağız onu,
Bu gece, sen ve ben.
Ben ışığı unutayım,
Onun sıcaklığını sen.

Unuttuğun vakit söyle bana,
Ola ki düşüncem donar.
Acele et, oyalanırken sen,
Hatırlayabilirim tekrar.

Bir insanı, hayatının sonuna kadar inzivaya çekilmeye itecek kadar büyük bir aşk ve bir insanı yeryüzünün en iyi şairlerinden yapacak kadar büyük bir elem. Emily’nin yalnızlığı, hiç kuşkusuz geçmişten bir kaçıştı. Ama kendi geçmişinden değil, insanlarla yaşadığı ortak geçmişten bir kaçış… O, bu kaçışı şiirlerine ilmek ilmek nakşetmeyi başaracaktı. Zira O usta bir şairdi; tüm zamanlarda ve her yerde…

ODADAKİ BİNLERCE ŞİİR

Hayatının yedi yılını Amherst Academy'de aldığı eğitimle geçiren ve o tarihten beri sürekli şiirler yazan Dickinson’ın, yaşıyorken ne yazık ki sadece yedi şiiri yayımlanır. Hatta ölünceye kadar esas şiirlerinin varlığı bile bilinmez. 1886 yılında Dickinson’ın ölümünden sonra odasına giren kız kardeşi, O’na ait bin sekiz yüz civarında şiirle karşılaşır. 1890 yılında şiirlerinin ilk seçkisi yayımlansa da; esaslı bir cilt olarak basıldığını görmek için 1955'e kadar beklemek gerekecektir.

Her ne kadar bilinen iki fotoğrafında siyah kıyafetli olsa da, Dickinson, eve kapandıktan sonraki hayatının neredeyse tamamını beyaz bir elbiseyle geçirdi. Neden bilinmez ama belki de bu karanlık çirkinlikten sıyrılmanın çaresini aradı o beyazlıkta. Dickinson’ın insanlardan kaçışı, Tolstoy’un Diriliş romanının ilk cümlesinde bahsettiği ‘bir araya gelmiş insanların çirkinleştirici etkisi’nden mi kaynaklanıyordu bilinmez, ama sonbahar yağmurlarının bile temizleyemediği bu çirkin yapışkanlığı, “bu tuhaf yaratığı” biraz olsun unutmamızı sağlayan şiirlerin sahibidir O.

Unutmak istemediğimiz ise hepimizin ayrı ayrı kendi geçmişidir ama bu çirkinliğin yaratanı da hepimizin geçmişlerinin toplamıdır. Aslında tuhaf bir yaratıktır geçmiş. Tüm zamanlarda ve her yerde Emily’nin dediği gibi...

Tuhaf bir yaratıktır geçmiş,
Yüzleşmek onunla
Bir esrimeyle ödüllendirilir,
Ya da bir utançla

Silahsız çıkan varsa karşısına
Emrederim ona, kaç!
Küflü cephanesi hâlâ
Karşılık verebilir!

Emily Dickinson (1830–1886)

Geçmişlerin toplamlarının çirkinliğine karşı, bağrında her zaman umut besleyen gelecek durur. Tolstoy’un Diriliş romanının son cümlesi şöyledir: “Hayatın bu yeni döneminin nasıl sonuçlanacağını gelecek gösterecek” (17 Aralık 1899).