-Dillerini sevdiğim çınarlar ve elbette ve en başta Emin Özdemir için-

Baba Düzali, ol felakete çok az kala, Erzincan’dan gelen pusulayı aldı, Bergama’ya askere gitti, eşi en küçük çocuğuna hamileydi, yıl 1936’dıydı. Askerlik biter bitmez, Pax üzerinden Gol mezrasına geldi, elinde Gelibolu’dan kalma bir bez torba vardı. Küçük oğlu, elinde yoğurt tası, ağzı bembeyaz bir halde bir meşenin altındaydı. Düzali iki yılda ne bir mektup ne de havadis almıştı, yoğurt tasını yere atan oğlu ona doğru koştu, çocuğu kucağına aldı, dağlara baktı. Karlı dağlar boş, bazı yerlerde dumanlar parça parça hâlâ tütüyordu. Bez torbada bir çift kıyafet, cızlavet siyah ayakkabılar, kızına tahta bir oyuncak saklıydı. Düzali bir de, dilinde askerde öğrendiği Türkçesiyle dönmüştü.

Xecere memede, ak kundaktaydı, o yılın sonbaharında aniden çıkan bir afla garba gönderildiler. Sıvas’ta bir tren vagonunda başlayan ve günlerce süren sonu belirsiz yolculuk, Ege’de masmavi deniz kıyısında bir köye atılmalarıyla, yerini başka bir yolculuğa bıraktı. Burada büyüdü, okudu, Türkçeyi öğrendi. Memlekete döndüğünde bu defa yabancı bir anadilini, Zazacayı öğrenen Xecere, iki dilli bir kadına dönüştü.

Bu iki insan, Türkçeyi iyi konuşmalarıyla yalnızca benim hayatıma değil, çevredeki pek çok kişinin hayatına değerek geçtiler. Türkçeyi iyi bilmek bundan yarım yüzyıl evvel hiç şüphesiz bir statü ve üstünlük göstergesiydi. Hele Xecere, okul okumaya ve dolayısıyla Türkçe öğrenmeye yetmişlerde başlanan bizim kadınlar içinde, bu tartışmasız statünün daha fazla farkında olmalıydı.

Bizim çocukluğumuz hangi dili önce öğrendiğimizi anlamayarak geçip gitti. Sokaklar Zazaca konuşuyordu, devlet daireleri ve okulda öğretmenler Türkçe. Düzali’nin oğulları dönemindeki gibi kaba dayak veya para cezası yoktu. Her iki dilde büyüdük, küfrettik, gençtik, her şey tabuydu, cinsel yanı ağır basan esprileri Zazaca yaptık. Sol hareketi tanıdığımda, Kürt hareketi de aynı anda yükseliyordu, oradan da Türkçeyi iyi konuşmak üzerine yergici nutuklar dinledik. Bugün, o harekete mensup kimi şahsiyetler -anadilleri de Türkçe olduğu halde-, nedense hep kırık bir Türkçe ile konuşmakla hâlâ övünmedeler.

Düzali ve Xecere, ne Türkçeyi erkenden ve iyi konuşmakla ne de anadilleri Zazacayı bilmekle övündüler. Oğullarına, kızlarına, torunlarına, Türkçenin öğrenilmesinin ve iyi bir eğitimin önemi üzerine konuştukları çok oldu. Okula, radyoya, televizyona, üniversiteye, ticarete, pazara girememiş bir Zazacanın apaçık dezavantajlarını -hele ateş ve sürgün yıllarında gördükleri ve bir daha unutamadıkları sahnelerle birleştirdiklerinde- net görüyorlardı. Ancak -yaşadıkları korkunç olaylara rağmen-, Türkçe’ye karşı zoraki değil, hep içten bir sevgiyle doluydular, her dilin bir insan ve toplum olduğunu, askerde ve sürgünde görmüşlerdi. Asker ve sıra ve oyun arkadaşının diliydi Türkçe, sahiden seviyorlardı.

Bu güzel memlekette, o da tıpkı Xecere gibi “yaralı doğanlar”dandı. Garip bir tesadüf, doğum tarihi de aynı: 1937. Anadolu’da bir köyde doğmak, aslında yaralı doğmaktır. Ençiti Ermenilerden kalma bir köydü, köyün adının anlamı bile yoksulluğa bir işaretti: Kurak ve Susuz Yer. Yoksulluktan, köyde yerleri öküzden sonra gelirdi, inek hastalansa yas tutulurdu, ama ölen çocuğun ne değeri ola. Önce kendisini yoksulluktan düşürmek isteyen annesine direndi, bunun bedeli yedi aylık olmaktı, ama ilkokulu herkesten önde, birinci olarak bitirdi.

Kitabın yeri onda, ekmekten önce gelirdi. Köyde adı Gazete Okuyan Çocuk idi. Sıvas Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü’ne kabulü de bundandı. O dönem kırmızı kravat takana bile komünist denirdi. Sıra arkadaşı, sonranın senatörü Niyazi Kızıl soyadını sonra değiştirip Ünsal yamıştı. Defterine salkımsöğütü yazdı, Köy Enstitülerinde komünist aranan günlerde, defteri bulan öğretmeni onu korudu. Yıllar sonra -öğrencisi de olan- Hatice Aydoğdu’ya, “Köy Enstitüsü olmasaydı, bizlerin okuma olanağı yoktu, bizler tipik birer AKP seçmeni olmaktan öteye geçemezdik, ya da az topraklı, boyun eğen, kaderci, yurttaşlık bilincine varmamış tipik bir erkek” diyecekti (Göğüne Sığmayan Bulut, Emin Özdemir Kitabı).

Eğitim ona göre, yetiştirilecek insanın çağdaş, ulusal ve evrensel bağlamda yönlendirilmesidir. Boyun eğen, yazgıcı ve kendi gücünün bilincine varmamış kullara değil, kendi kaderinin demircisi olan bireylere ihtiyacımız vardır. Oysa Türkiye’de öğretmenlik bir meslek olma saygınlığını yitirmiştir. Din İşlerine ayrılan bütçe eğitime ayrılmalıdır. Ancak böyle olursa bugünün insanı “kulluk giysisi”nden sıyrılır. O, yıllardır hakim olan karanlığa karşı, halktan yana bir yönetim kurulursa, bugün “Kent Enstitüleri”nden de yanadır (Sözcükler, 65. sayı, Ocak-Şubat 2017, s. 49).

Bir dağ köyü olan Holu’da, köyün erkek ve kadınlarına Memduh Şevket Esendal’dan Sabahattin Ali’den hikâyeler okuyan Emin Özdemir’in yolu, ABD’de kürsülere, kapatıldığı güne kadar emek verdiği Türk Dil Kurumu yönetimine düştü. Sözcüklerle örülmüş, hüzünlü ve lirik yaşamda, güzel günler göreceğiz ülküsüyle çıktığı yolda, “tutsak düşmüş ama teslim olmamış” bir Türkiye’de, geçen hafta bize “paydos” dedi.

Türkçenin güzelliğini, geride yazılmış onlarca kitabın yanı sıra, derslerle dolu mücadeleci bir hayat ve yarattığı yepyeni sözcüklerle de dünyamıza kattı. Adı unutulmayacak, eserleri de...