Bir süre sonra insanlar yalnızca itaat etmekle kalmaz. İtaat etmek dışında başka bir davranış biçimi olduğunu unuturlar. Hatta zaman geçtikçe başkalarının da itaati için iktidara gerek bile kalmaz. Aykırı sesler, ya da herhangi bir kişinin -bırakın iktidara eleştiri yapmasını- iktidarı övmemesi bile suç olur. Kitleler itaati güvenliklerinin tek yolu olarak görürken, iradelerini yaşama değil yaşadıkları […]

Bir süre sonra insanlar yalnızca itaat etmekle kalmaz. İtaat etmek dışında başka bir davranış biçimi olduğunu unuturlar. Hatta zaman geçtikçe başkalarının da itaati için iktidara gerek bile kalmaz. Aykırı sesler, ya da herhangi bir kişinin -bırakın iktidara eleştiri yapmasını- iktidarı övmemesi bile suç olur. Kitleler itaati güvenliklerinin tek yolu olarak görürken, iradelerini yaşama değil yaşadıkları küçük dünyalara ait alanlarda efendi kılar. Böylece, bastırılan, kendisini asla gösteremeyen, aklı ve bedeniyle küsmek zorunda kalanlar, güçlerini -küçük yaşamlarında- diğer canlıların ve hatta cansızların üzerinde denemeye başlarlar. Ezildikçe ezerler. Şiddet gündelik bir hâl alır. Özgürleşmeyen akıl ve bedenlerin bildikleri tek iletişim biçimi budur. Ve bu hale geldiklerinde, iktidarın varlığına aslında gerek kalmamıştır. Tıpkı Nazi toplama kamplarında Yahudileri gaz odalarına götüren yahudi Kapolar gibi, insan çoktan kendi katiliyle işbirliği içine girmiştir.

Bu halin kendisi herhangi bir olağanüstü halden daha vahimdir ve olağanüstü halin yalnızca sıradanlaşması değil, bizzat talep edilmesidir. Toplum kocaman bir toplama kampıdır. Ve tıpkı orada olduğu gibi mahkûmların kendi varoluşlarına en büyük tehdit yine kendilerinden gelir. Kampın sonu kesin ölümdür, bilinir, ancak itaat, ölüm korkusunu da erteleyen bir zavallılık olarak her defasında kendisini dayatır.

Artık gönüllü kulluk devrededir. Ve La Boetie’nin 1500’lerde söylediği gibi her şey, aslında, bir tekrardan ibarettir: “Büyük Türk, her şeyden çok kitapların ve eğitimin insanlara, birbirini tanıma ve tiranlardan nefret etme sağduyusunu ve kavrayışını verdiğini anlamıştı…”

Artık yönetenlerin heykelleri bir kaidenin üzerinde yükselmektedir ve o kaide gönüllü kulluk yapanlardan başka birileri değildir. Öyle ki, bir süre sonra yönetenler istemese de –ki böyle bir şey tarihte görülmemiştir- otoritelerini sağlamlaştırmak için bir şey yapmalarına bile fazlaca gerek kalmamıştır. Bir ülkenin yurttaşı olarak onlarla eşitsinizdir ancak size hizmet etmek için seçilip, size hizmet ettiğini söyleyerek yukarılara çıkan bu insanlar çalışma arkadaşlarına bile “emir erlerim” diyecek kadar saçmalayacaktır. Çünkü kendi gücünden ve talebinden kat kat fazlası bizzat emirerleri tarafından ona istemese de verilmiştir, verilecektir. Hegel’in Efendi-Köle diyalektiğidir işleyen. İradesini efendisine veren ve kendisini hiçleştirenler bir süre sonra efendisiz kalamayacak; efendi arayışı içerisinde yalnızca birer emir eri olarak oradan oraya savrulacaklardır. Efendi içinse durum farklıdır. Karşısında iradesizleşen ve hiçleşen kölelerden asla tatmin olmayıp, yeni köleler, emir erleri arayarak baskısını ve iktidarını kurup genişletmek adına hiç kimseyi insan yerine koymayacaktır.

Saygı yerini yalakalığa, sevgi yerini korkuya terk edecektir.

Efendi asla durmayacaktır. İçindeki güç ve yıkım isteğini dışa vuracak, karşısında hiçleşecek yeni köleler için yola koyulacaktır. Varlığı hiçleşmiş iradelerle doyuma ulaşmaya çalışacak ve en alttaki uzuvları -ayakları- aniden milli irade dedikleri kaidenin üzerinde beliriverecektir. Ve sergilenmesi gereken doğru uzuvlar da aslında onlardır. Çünkü bizzat o ayaklar kâh Eskişehir’de Kurtuluş Mahallesi Sanayi Sokak’ta, kâh Soma’da eşit yurttaşlar olarak yaşamak isteyenlerin bedenlerinde iz bırakmak üzere dinlendirilmektedir.