Şüphesiz iç çelişkilerin kullanılarak hedef ülkelerdeki politik ve iktisadi yapıların dönüşümünün sağlanması yeni bir emperyalist strateji değildir. Arap isyanları boyunca bu strateji devreye sokulmuştur. Fakat İran’daki halk hareketini salt bunun üzerinden okumak, İran kitlelerini yeniden yalnızlaştırmakla sonuçlanacaktır

Emperyalistler tuşa mı bastı, halk mı ayaklandı?

ENGİN SUNE
Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

Geçtiğimiz 28 Aralık günü İran, İslami Cumhuriyet tarihinin sayılı kitle hareketlerinden birine şahit oldu. Bu, kitlelerin baskıcı molla rejimine karşı kalkıştığı bir demokrasi mücadelesi mi yoksa İslamcı militanların batıyla anlaşan ılımlı reformcu hükümeti yıkma girişimi mi? Ya da daha sol bir noktadan soracaksak, isyan bölgede etkisi artan İran’a karşı Suriye’de kaybeden Batı emperyalizminin yeni hamlesi mi, yoksa zincirlerini koparan işçi sınıfının İran kapitalizmine karşı baş kaldırışı mı? Bu sorulara cevap vermek önemlidir, fakat bu yalnızca eylemi harekete geçirenlerin kim olduğu (aidiyetleri ya da sınıfsal konumları) ve taleplerinin ne olduğu analizi üzerinden yapılamaz. Faillerin kimliği ve söylemleri merkezli bir analiz, İranlıların Şahlarını geri istediklerine varana kadar bir dizi farazi iddiayı dahi doğurmaktadır.

Bir toplumsal hareketin değişimi sağlayacak unsuru hareketi gerçekleştirenlerin toplumsal pozisyonu değil, hareketin kendisinin yarattığı somut etkidir. Bu etki, hareket esnasında toplumsal sınıflar tarafından farklı yönlere çekilebilir ya da hareketin amacının tam zıttı bir istikamete de yönelebilir; 1979 İslami devrimi bunun en net örneklerinden biridir. Asıl ortaya konulması gereken bu isyanı doğuran toplumsal koşulların ne olduğu ve sistemdeki hangi çatlakların egemen sınıfların hegemonyasını sarstığıdır. Bu koşulların doğru bir şekilde ortaya konması İran’daki bu halk hareketinin etkilerinin ezilen sınıflar lehine yönlendirilmesini ve sistemdeki çelişkiler üzerinden yeni bir hegemonya yaratılmasını olanaklı kılacaktır. Fakat son tahlilde yine de sınıf mücadelesinin ve sınıflar arası güç dengesinin kendisi bu harekete son biçimini verecektir.

Anti-emperyalizm ve sol
İran’da patlak veren isyan hareketini, İsrail ve ABD’nin her şeyi harekete geçiren o kudretli tuşa basmasına bağlayan bir dizi söylem yeniden peyda olmaya başlamıştır. Şüphesiz iç çelişkilerin kullanılarak hedef ülkelerdeki politik ve iktisadi yapıların dönüşümünün sağlanması yeni bir emperyalist strateji değildir. Arap isyanları boyunca bu strateji birçok kez devreye sokulmuştur. Fakat İran’daki halk hareketini salt bunun üzerinden okumak, canları pahasına sokaklara çıkmış İran kitlelerini yeniden yalnızlaştırmakla sonuçlanacaktır. Üstelik sosyalist hareketin anti-emperyalist tezlere dayanarak İran rejimi yanında yer alması, İran işçi sınıfının sosyalist hareket tarafından alacağı ikinci darbe olacaktır. 1979 devrimi sürecinde de sosyalist hareket, Humeyni arkasında anti-emperyalist eğilim üzerinden kümelenmişti. Bunlar içinde Stalinist Tudeh, iki aşamalı devrim stratejisini benimseyerek öncelikle ulusal burjuvaziler ekseninde İran’ın emperyalist sömürüden kurtarılması ve demokrasi mücadelesi verilmesi, ardından sosyalist devrimi içeren ikinci aşamaya geçileceği tezi üzerinden İslami anayasaya destek vermiştir. Bu, kapitalizm ile ilişkisi arındırılmış bir ABD emperyalizmi anlayışının ürünüdür. Böylece sınıf öfkesi kapitalist sömürü ve onun emperyalist biçimi yerine, Amerikan Devleti’nin kendisine yönlendirilerek devrim sonrası toplumsal ilişkilerin yeniden inşa sürecinde kapitalizmin muhafaza edilmesini kolaylaştırmıştır. Sosyalistlerin asıl yapması gereken, İran sermayesinin ve bunun küresel kapitalizm ile kurmuş olduğu ilişkininin, kitlelerin ıstırabının asıl kaynağı olduğunu ortaya koyması ve İran’daki isyan ateşinin bunun temeline yönelmesinin sağlanmasıdır; ancak böylece İran’da çatırdayan egemen sınıf iktidarına bir karşı hegemonya yaratılabilir. Aksi takdirde Batı emperyalizmi, isyanın içeriğini liberal bir demokrasi mücadelesi zeminine çekip, İran’daki iktisadi yapıları uluslararası sermayeye hizmet edecek şekilde yeniden örgütleyebilme kapasitesine sahip olacaktır.

İslami kapitalizm ve isyan
İran’da günümüzdeki isyanın temeli, tam da bu noktadan İslami rejimin inşa ettiği iktisadi ve siyasi yapılarda yatmaktadır. İslami devrim sonrası kapitalizmin İran’da aldığı biçim ve bunun yaratmış olduğu toplumsal ilişkiler, bu isyanın asıl tetikleyicisidir.

1979 devriminden önce, İran Şahı ülkeyi kapitalist merkez ülkelere bağımlı bir modernleşme projesi ekseninde idare etmekteydi. Bu yapı petrol gelirlerinin yeniden dağıtımıyla varlığını sürdürmekteydi; fakat krediler aracılığıyla dağıtılan bu kaynaklara ulaşım Şah rejimi ile kurulan siyasi ilişkilere bağlıydı ve bu yüzden Şah’a yakın aileler, yüksek düzey bürokratlar ve büyük iş adamlarıyla sınırlıydı. Bu durum, büyük yerli kapitalistler ve uluslararası sermaye grupları ve onların yerel ortakları haricindekileri sistem dışına iten bir iktisadi politik yapı yaratmıştı. 1970’lerin sonunda durumu iyice kötüleşen büyük şehirlere göç etmiş işçi sınıfı, bu yapı dışında kalan küçük ve orta ölçekli üreticileri de yanına alarak Şah’a karşı İran’daki devrim ateşini tetikledi. Bu birliktelik, mollaların İran pazarlarındaki camiler üzerinden inşa etmiş oldukları dini iletişim kanallarını kullanarak büyük kitleleri etkisi altına almayı başarmıştı. Salt hareketi gerçekleştirenlerin toplumsal aidiyetlerine odaklanılarak yapılan bir analiz, anti-kapitalizmin güçlü bir motif olduğu bu isyanın sosyalist etkiler yaratmasını beklemek zorundadır. Oysa sonuç tam aksi yönde olmuş ve yıkılmaya yüz tutmuş kapitalist toplumsal ilişkilerin İran’da -hem de daha gerici bir iktidar altında- restorasyonuyla sonuçlanmıştır. Böylece İslami devrim, İran kapitalizmini yıkılmaktan kurtararak onu yeni bir toplumsal zemin üzerine oturtmuştur, hem de sol-sosyalist partilerin desteğiyle.

1979 devriminden sonra İran’da oluşan devlet biçiminin ve iktisadi alanın özgünlüğü, kapitalizmin İran’da mevcudiyetini çokça tartışmaya açmıştır. Oysa kapitalizm, yapısı gereği yayıldığı her coğrafyada, orada yerleşmiş olan toplumsal ilişkilere, oranın kültürüne, sömürülebilecek doğal kaynakların türüne göre farklı bir biçim alır. Yerine göre faşizmin en şiddetli destekçi olur, yerine göre durmadan demokrasiyi savunur, kimi zaman yabancı düşmanlığı ekseninde İslamofobik olur, bazı yerlerdeyse kara çarşafa bürünür radikal Müslüman bir görünüm alır. Fakat özü itibariyle tek bir ortak zemine dayanır: Sömürü! İran İslami ekonomisi de kapitalist sömürünün yalnızca farklı bir biçiminden ibarettir.

emperyalistler-tusa-mi-basti-halk-mi-ayaklandi-410588-1.

İslami devrim sonrası, yeni iktidarın ilk faaliyetinden biri Şah rejimi ile özdeşleşmiş kapitalist fraksiyonların sermayelerine el koymak olmuştur. Fakat sosyalist bir devrimde olacağının aksine bu kaynaklar üzerinde kolektif mülkiyet tesis edilmemiştir. Tek istisna doğal kaynaklar üzerinde olmuş ve petrol, doğal gaz gibi sanayilerin kontrolü İran Petrol Bakanlığı altında faaliyet gösteren ulusal şirketlere verilmiştir. Bunun dışında kalan sermaye ise doğrudan İslami vakıflara (bonyad) aktarılmıştır. Devrim sürecini harekete geçiren işçi talepleri ise bu vakıflar tarafından sağlanan sosyal yardım politikaları ile yumuşatılmış ve yeni rejim ezilenler yanlısı bir görünüm kazanmıştır. Üstelik bu vakıfların dini içeriği, ezilenler yanlısı politikalara İslami bir biçim kazandırarak sosyal yardımları, yeni rejimin ve özellikle de onun İslami karakterinin bir lütfu olarak yansıtmıştır. Böylece sosyal yardımlar hiçbir zaman anayasal güvencelerle koruma altına alınan bir sosyal hak statüsüne ulaşamamıştır. Bu vakıflar da İran ekonomisinin yeni tekelleri haline dönüşerek burada kümelenen gruplar için önemli rant kapıları haline gelmiştir. Örneğin geçtiğimiz hafta ortaya çıkan protestoların başladığı şehirlerden biri olan Meşhed’de bulunan İmam Rıza Türbesi’ni idare eden Astan-e Guds Rezavi Vakfı’na, devrimden sonra Şah’ın el koyulan malları aktarılmış ve bu vakıf ilerleyen yıllarda fabrikalardan gayrimenkule, otellerden finans kuruluşlarına uzanan geniş bir ekonomik alanda servete sahip olmuştur. Benzer şekilde işçi sınıfına yardım için kurulan ‘Ezilenler Bonyadı’, 400’den fazla fabrika ve şirkete sahiptir ve bunlar birçok uluslararası proje gerçekleştirmektedir. Yalnızca bu vakıflar değil, İran Devrim Muhafızları da kendi savunma sanayisi üzerinden oluşturduğu sermaye birikim faaliyetini inşaat ve altyapı projeleri gibi farklı iktisadi alanlara yayarak yeni bir tekel halini almıştır. Bu unsurların kontrolündeki İran ekonomisi, bir yandan bu kurumların başını tutanlar ve bunlarla bireysel bağlantıları üzerinden iş yapanlar için zenginlik yaratırken, işçi sınıfı için de yeni sömürü biçimlerini gündeme getirmiştir. İslami rejim bu kurumların maddi imkanlarına ve ideolojik işlevlerine ihtiyaç duyduğu ölçüde vakıflar etrafında örgütlenen birikim rejimi devlet politikası haline dönüşmüştür. Bu sebeple İran ezilen sınıflarının talepleri, 1979 devriminden bu yana hep yeni biçimler altında sönümlenirken isyanın kökenleri inşa edilmiş siyasi ve iktisadi yapılar tarafından sürekli yeniden üretilmiştir.
Devrimden sonra talepleri karşılanmayan kitlelerin öfkesi, bunun 1980’ler boyunca Irak’la girilen savaşın bir neticesi olduğu söylemiyle yaratılan rıza ve çoğu zaman da sosyalist hareketin devlet şiddetine maruz kalması ile dindirilmişti. 1990’larda savaşın sona ermesiyle daha adil bir bölüşüm bekleyen kitleler ise, Rafsanjani tarafından devreye sokulan neoliberal politikalarla karşılaşmışlardır. Bu dönüşümün faturası yine işçi sınıfına kesilmiş, İran Riyali’nin değer kaybetmesi, enflasyon ve işsizliğin artışı, 1992-1994 yıllarında sokak gösterileri ve endüstriyel bölgelerde grevler başlatmıştır. İran’daki bu ilk eylemler siyasi bir sonuç elde etmekte başarısız olmuşlar ve hareketin tetikleyicisi iktisadi çelişkiler, günümüze kadar mevcudiyetini korumuştur.

1979 devriminden beklentileri karşılanmayan işçi sınıfının talepleri, 2000’li yıllarda Ahmedinejad tarafından devrim ruhunun yeşertilmesi ve ezilenlerin tekrar söz sahibi olması söylemleriyle popülist bir şekilde yeniden ele alındı. Fakat yine İran’daki iktisadi ve siyasi yapılar, siyasi iktidar ile kronik bağlar kurmuş kapitalist sınıfların ve dini vakıflar ile Devrim Muhafızları’nın zenginliğini yeniden üretmiştir. Bu dönemde gerçekleşen sözde özelleştirmeler altında kamusal kaynaklar ve ihaleler, bonyadlara ve Devrim Muhafızları’na aktarılarak sermaye birikim rejimi devam etmiştir. Sistem dışına itilen ve taleplerini sınırlı İran demokrasisi içerisine sokamayan kitleler, 2009 yılında yeni bir isyan dalgasının ateşleyicisi olmuştur. Ruhani ve ekibi de bu çelişkileri ve iktisadi sorunları, uluslararası yaptırımların bir sonucu olarak lanse edip yönetime gelmiştir. Yabancı sermayenin ve uluslararası kapitalist sisteme neoliberal bir yapıyla eklemlenmenin, İran’ın yerleşik iktisadi sorunlarına bir çözüm olacağı umuduyla kitlelerin desteği sağlanmıştır. Fakat nükleer anlaşmadan bu yana geçen süreçte İran ekonomisi dış yatırım almak konusunda hedefine ulaşamamış, petrole dayalı ekonomik yapı çeşitlendirilememiş, mevcut iktisadi yapı dini vakıfların ve paramiliter örgütlerin ve bunlarla bireysel bağlantıları bulunanların ceplerini doldurmaya devam etmiş, işsizlik oranı eğitimli genç nüfusa sahip İran’da yüzde 12-13 civarlarına ulaşmış, asgari ücret 300 doların üzerine çıkamamıştır. İlginçtir ki Zarrab’ın ortaklarından Babek Zencani de benzer bir şekilde yaptırımlar kalktığı takdirde zimmetine geçirdiği iddia edilen İran petrol parasını ülkeye geri getireceğini söylemiş fakat yaptırımların kalkmasına rağmen, sözünde duramayınca Ruhani iktidarı tarafından idama mahkûm edilmiştir. Ruhani hükümeti de tam olarak aynı söyleme sığınmış ve sözünde duramayınca da kendi iktidarını mahkûm etme riskine girmiştir.

İsyanın taşıyıcılarının aidiyeti ve söylemleri ne olursa olsun İran’daki siyasi hareketi doğuran bu çelişkilerdir. İran’da hakim sınıfların kurmuş olduğu hegemonik yapılar, egemen birikim rejiminin yaratmış olduğu krizlerin bedelini işçi sınıfına yüklemeye devam ettikçe bu tür kitle hareketleri kaçınılmazdır, zira ezilenlerin talepleri sistem içerisinde yapılan küçük manevralar ya da iktidar değişikliği ile ancak ötelenebilmektedir. Dini vakıflar ve İslami devrimin kurumları etrafında örgütlenen İran kapitalizminin bu gerici iktidar ve politik yapı ile kurmuş olduğu birliktelik, er ya da geç bu tür kitle hareketlerini tetikleyecektir; ta ki zafer İran emekçilerinin olana dek.