Uluslararası sermayenin bir ülkedeki varlığı, ulusal ekonomideki konumları, siyasi iktidarla ilişkileri, iktidar bloğundaki temsil durumu eşliğinde anlam kazanır. Uluslararası finans kapitalin Türkiye’deki siyasi ve ekonomik hareket alanının genişlediği dönem AKP iktidarıdır

“Emperyalizm Türkiye’dedir”: Neoliberal politikalar ve özelleştirmeler

KANSU YILDIRIM

Bir dönem liberal ve sol-liberal entelijansiya tarafından “küreselleşme” kavramı ile tedavülden kaldırdıklarını düşündükleri, Negri ve Hardt’ın “imparatorluk” yaklaşımı ile ötesine geçtiklerine kanaat getirdikleri emperyalizm, uluslararası ve bölgesel ölçeklerde temel belirleyicilerden birisi olmaya devam etmektedir. ABD ve NATO’nun “insani müdahale”, “önleyici savaş”, “barış projesi” şeklinde maskeledikleri operasyonları emperyalizmin aktüel somutlanma biçimlerinden sadece birisidir.

Lenin’in konuya ilişkin notlarının yer aldığı Collected Works no. 39: “Notebooks on Imperialism” eserinde açıkça görüleceği üzere, emperyalizmin temel dinamikleri ekonomi-politik öğelerdir: tekelci kapitalizm, finans-kapital ve sermaye ihracı. Aynı zamanda bunlar emperyalizmi sömürgecilikten ayıran kıstaslar arasındadır. Bu noktalardan hareketle bir ülkenin emperyalist sistemdeki konumuna dair görüş geliştirilebilir. Emperyalist metropoller net sermaye ihracatçısı olarak merkez ekonomi, net sermaye ithalatçısı olan ülkeler ise çevre ekonomisi olarak “bağımlı” pozisyondadır.

Bağımlılık kavramına ilişkin şu notu düşmek gereklidir: bağımlılık, dünya ekonomisinin tüm öğeleri için geçerli olan çok yönlü etkileşim olgusundan farklıdır. “Bağımlılık, emperyalist sistemin asimetrik özelliğinin sonucudur; merkezden çevreye uzanan etkilerin çok daha başat, belirleyici olmasını açıklamaktadır”.1

•••

Korkut Boratav, Türkiye ekonomisinin emperyalizme bağımlılığının AKP döneminde daha da yoğunlaştığı belirtmektedir. “Emperyalizm Türkiye’de” şeklinde ifade eden Boratav, konuya ilişkin dört aşamaya dikkat çekmektedir. Birinci olarak, ekonominin büyüme süreci büyük ölçüde sermaye giriş-çıkışları tarafından belirlenmektedir. İkinci olarak bu bağımlılık makroekonomik bağlantılarda ağır bozulmalara yol açmıştır. Üçüncü olarak ekonomide yabancı sermayenin varlığının ve artık değer aktarımının boyutları artmıştır. Dördüncü olarak dış borçların toplamı, oranı yükselmiş; bileşimi bozulmuş; dış şoklara karşı ekonomi fazlasıyla kırılgan hale gelmiştir.2

Uluslararası sermayenin bir ülkedeki varlığı, ulusal ekonomideki konumları, siyasi iktidarla ilişkileri, iktidar bloğundaki temsil durumu eşliğinde anlam kazanır. Uluslararası finans kapitalin Türkiye’deki siyasi ve ekonomik hareket alanının genişlediği dönem AKP iktidarıdır. Uluslararası finans kapitalin çıkarları doğrultusunda hukuksal ve ekonomik mekanizmaların yerleşmesi, “devletin küçültülmesi” politikaları, neoliberal inşa sürecinin kritik aşamalarıdır. Bu aşamada kamu hizmetlerinde özel sektöre daha fazla alan açıldığı gibi, kamu mülkiyetindeki değeri yüksek kurum ve kuruluşlar özelleştirilme kapsamına alınmaktadır.

David Harvey’in “Yeni Emperyalizm” eserindeki ‘el koyarak birikim’ perspektifinden ilerlersek özelleştirme politikaları el koyarak birikimin ulaştığı son noktadır. Refah devletinden ‘arz yanlı’ sermaye birikim koşullarını destekleyici devlet politikalarına geçiş, özelleştirmelere ve piyasa liberalizasyonuna hız kazandırmaktadır. Devlet mülkiyetindeki varlıklar piyasaya sürülmektedir. Harvey, kamu mülkiyetine konu değerlerin piyasaya sürülmesiyle ‘aşırı birikmiş sermayenin bu varlıklara yatırım yapmasının önünün açıldığını’ belirtmektedir. Bu da aşırı birikim sorununun kısa süreli de olsa çözüldüğünü düşündürmüştür.3 Bu süreç, İngiltere’den Latin Amerika’ya, apartheid sonrası Güney Afrika’dan Türkiye’ye, üretken kamu varlıklarının kamu mülkiyetinden özel mülkiyete devri olarak gerçekleşmiştir.

•••

Türkiye’de neoliberal devlet biçiminin yapıtaşları 24 Ocak Kararları ve (burjuvazi içerisindeki siyasi önderlik sorununu çözmeye, sınıf muhalefetini bastırmaya yönelik) 12 Eylül Darbesidir. Ne var ki, neoliberalizmin kurumsal ve kuramsal saldırısının zirveye ulaşması ve yerleşiklik kazanması AKP dönemine ait bir gelişmedir. 1980 koşullarında Türkiye özgünlüğüne göre formüle edilen neoliberal ajanda, ideal formunu AKP iktidarında yakalamıştır. İdeolojik düzlemde liberal kadroların sağladığı düşünsel takviyeler eşliğinde, uluslararası/ulusal kapitalist sınıflar için “siyasi istikrar” ortamının sağlanması, kamu mülkiyetinin parçalanmasını hızlandırmış ve ‘kamu yararı’ ilkesinin form değiştirmesine yol açmıştır.

Özelleştirmenin seyrini incelerken 1998 yılı eşik olarak değerlendirilebilir. Yiğit Karahanoğulları, IMF’nin Türkiye’de neoliberal dönüşüme yön vermeye başladığı 1998 yılına dikkat çeker ve AKP’nin IMF’nin yapısal uyum programlarının ana yürütücüsü olarak Türkiye’de yeni bir kamu maliyesi inşa sürecinin de temel aktörü olduğunu belirtir.4 Bu bağlamda, özelleştirme politikalarıyla ilgili 1998’den itibaren oluşturulacak zaman çizelgesinde AKP iktidarından önceki dönemde iki uğrak önemlidir.

Haziran 1998 tarihli Yakın İzleme Anlaşması’na göre IMF Türkiye’ye gelerek ödemeler dengesi, dış̧ borçlanma, özelleştirme ile sosyal güvenlik gibi yapısal reformları takip edip, uluslararası kamuoyu ile paylaşacaktır. 1999 yılında Hazine Müsteşarlığı Enflasyonla Mücadele Programı kapsamında özelleştirme politikalarını şu cümle gerekçelendirecektir: “[B]ir yandan kamu borcunun azaltılması için özelleştirmenin hızlandırılmasını, diğer yandan kamu sektörü dengesinde önemli ölçüde bir fazla yaratılmasını gerektirmektedir.”5

•••

Dünya Bankası ve IMF ile niyet mektuplaşmalarıyla geçen (1998-2002) dönemden sonra AKP iktidarının üçüncü yılında büyük ölçekli özelleştirmeler başlamıştır. 12 Eylül 2005 tarihinde TÜPRAŞ’ın yüzde 51 oranında hissesi için ihale gerçekleştirilmiştir. 4 milyar 140 milyon dolar karşılığında Koç̧-Shell Ortak Girişim Grubuna satılmıştır. Bunu Erdemir, Türk Telekom, Petkim, Eti Alüminyum, Eti Krom, Türkiye Gübre Sanayi AŞ, TEKEL, şeker fabrikaları, SEKA, enerji santralleri gibi önemli işletmeler dahil pek çok kamu mülkiyetindeki kurum-kuruluşların özelleştirme kapsamına alınması izlemiştir. Maliye Bakanı’nın verdiği bilgiye göre son 15 yılda 10 liman, 81 santral, 40 işletme, 3 bin taşınmaz ve 36 maden sahası satılmıştır.

AKP iktidarı son 15 yılda kamu işletmeleri ve kaynaklarını, 1986-2003 yıllarını kapsayan 13 yıllık döneme göre daha hızlı ve yoğun şekilde uluslararası/ulusal sermaye sınıflarına devretmiştir. Özelleştirme Daire Başkanlığı’nın verilerine göre 1986-2003 yılları arasında toplam 8 milyar 240 milyon dolarlık özelleştirme gerçekleştirilirken, yaklaşık 8 katlık bir artışla, 2003-2017 yılları arasında bu rakam 60 milyar doları bulmuştur. Yıllara göre incelenecek olursa: 2004 yılında 1.283, 2005 yılında 8.222, 2006 yılında8.096, 2007 yılında4.259, 2008 yılında 6.259, 2009 yılında 2.275, 2010 yılında 3.082, 2011 yılında 1.358, 2012 yılında 3.021, 2013 yılında 12.486, 2014 yılında 6.279, 2015 yılında 1.996, 2016 yılında 1.170 milyar dolarlık özelleştirme işlemi söz konusudur.

•••

Olağanüstü hal koşullarında özelleştirme programlarının seyri kurumsal düzenlemelerle derinleştirilmektedir. KHK ile kurulan Türkiye Varlık Fonu portföyündeki şirketlerle birlikte yeni bir özelleştirme dalgası öngörülmektedir. AKP iktidarının 15 Temmuz’dan sonra azalan dış kaynak girişini kamu maliyesinden beslenen teşvikler, sübvansiyonlar ile telafiye kalkışması, bütçe açığını artmıştır. Kamu borç limitlerinin sınırına ulaşılmıştır. Boratav’ın belirttiği üzere, kronik dış bağımlılık devreye girerek, iç talep artışlarının bir bölümü üretime değil, ithalat yoluyla ülke dışına taşmıştır. Cari işlem açığı yukarı çekilmiş, son on iki ayın dış açığı 35,3 milyar dolara ulaşmıştır.6 Bu aşamada özelleştirilecek liman, maden, santral sayısının azalması, kaynak ihtiyacı nedeniyle hükümeti Varlık Fonu gibi kurumsal adımlara zorlamaktadır.

AKP iktidarı döneminde neoliberal saldırının başkanlık projesiyle birlikte yoğunlaşacağı ortadadır. Başkanlık, bu bağlamda, Batı kapitalizmi ve Körfez “sermaye”sinin yatırım ve satın alma/birleşmelerini arttırmak amacıyla hukuk-zoruyla donatılmış ekonomik-zor biçimi olarak işleyecektir. Bu saldırıya karşı direnmenin yolu, işçi sınıfının örgütlülüğünden geçmektedir. Cumhurbaşkanı, örgütlü ve birleşik sınıf mücadelesinin yaratacağı tehdidin farkında olduğu içindir ki olağanüstü hali sermaye sınıflarının müdahale aracı olarak vurgulamaktadır.

Kamunun ortak mallarının başta uluslararası sermayeye ve bunların taşeronlarına satılmasına karşı işyerlerinde işçilerle birlikte toplumsal muhalefetin sergileyeceği mücadele, aynı zamanda, anti-emperyalist momentin kuvvetlenmesine de yol açacaktır. Bu mücadele salt ekonomik değil, ideolojik içeriğe de sahiptir. Lenin’in “Emperyalizm”de belirttiği gibi “Emperyalist ideoloji, işçi sınıfının içine de sızmaktadır. Çünkü bu sınıfı öteki sınıflardan ayıran bir Çin Seddi yoktur”.

Dipnotlar:

1 Korkut Boratav, “AKP Döneminde Artan Dış Bağımlılık”, Stratejik Barbarlık: Orta Doğu’da Türkiye, Türkiye’de Orta Doğu içinde (der. Özay Göztepe), Nota Bene, 2016

2 Korkut Boratav, “Emperyalizm Türkiye’de: AKP’li Yıllar”, Monthly Review Türkiye, no. 1, 2017

3 David Harvey, Yeni Emperyalizm, çev. Hür Güldü, Everest, 2008, s. 130-31

4 Yiğit Karahanoğulları, “Türkiye’de Kamu Maliyesinin Dönüşümü: 1998-2017”, SBF Dergi, 72(1)

5 Vurgular bana ait. A.g.e., s. 260

6 Korkut Boratav, “Kırılganlıklar ve bağımlılıklar artarken…”, soL,11.08.2017