Afganistan’daki kadınların yaşadıklarının sorumlusu olarak emperyalizm, siyasal İslam ve patriarki işbirliğini görmekte ve göstermekte ısrar etmeliyiz. Kadınlar, Taliban’a ve emperyalist odaklara rağmen korkusuzca konuşuyorlar. Kadınların Taliban faşizmine ve Amerikan işgaline karşı verdikleri mücadeleye ve hikâyelere çok rastlamıyoruz. İçimizdeki öfkeyi, üzüntüyü daha keskin ve etkin bir kolektif güce nasıl dönüştürebileceğimiz sorusuna kafa yormalıyız.

Emperyalizm ve gericilik kıskacında Afgan kadınlar

Akademisyen Özgün Basmaz - Purdue Üniversitesi

Doğu Alman romancılarından Christa Wolf’un ifadesiyle- ‘Ben’ demek ne kadar zor. Aslına bakarsanız, ‘biz’ demek de bir o kadar zor değil mi? Benim adıma konuşamazsın. Ben de bizim adımıza konuşamam. Buradan çıkarılacak iki sonuç var: Sadece ‘ben’ demekte ısrar edenler gerçek anlamda özgürlüğü tadamayacaklar. Ancak, hep birileri adına konuşanlarla da gerçek anlamda kolektif bir hareket mümkün olmayacak.


Adrienne Rich Coğrafyanın Politikliği Üzerine Notlar

Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi ve Taliban’ın yönetimi ele geçirmesiyle başlayan süreçte, en çok kadınlar ve çocuklar hakkında konuşuldu, onların güvenliğinden endişe edildi. Türkiye’de ve dünyada sosyal medya, Afganistan’da yaşayan kadınlarla dayanışma mesajlarıyla doldu. Zira Afganistan’daki kadınlar, eğitim, sağlık, iş gücü gibi kamusal alanlardan tecrit edilme, kimliklerinin, en temel insani haklarının, hayatlarının ellerinden alınması tehlikesi ile karşı karşıya. İçine düştükleri karanlığın boyutunu anlamak için 90’lı yıllardaki Taliban yönetiminin kadınlara zulmünü hatırlamak yeterli. Bu nedenle, endişelerin ve destek telaşının çok haklı gerekçeleri var. Afganistan’daki kadınların, onların yanlarında olduğumuzu bilmelerini istiyoruz, Taliban zulmüne bir kez daha maruz kalmamaları için onlarla dayanışmanın yollarını arıyoruz.


Bu dayanışma çağrılarının sözde kalmaması ve Afganistan’daki kadınların, kendi hayatları hakkında karar alabileceği somut koşulların oluşmasına katkı sunabilmek, hepimizin ortak dileği. Ne var ki iyi niyetlerle dile getirdiğimiz dayanışma çağrılarında kullandığımız dil ve Afgan kadınlarıyla ilişkimizde kendimizi konumlandırdığımız yer, çağrıların etkili bir kolektif eyleme dönüşmesi önünde gizli bir engel de aynı zamanda.

Sosyal medyada karşımıza çıkan paylaşımların birçoğu “BeTheirVoice/OnlarınSesiOl” etiketi taşıyor. Afgan kadınlarının sesi olma iddiası, Afganistan’daki kadın direnişini ve kadınların hikâyelerini yok saymaktan öte bu konu hakkında bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanıyor. Zira Afganistan’daki kadınların Taliban faşizmine ve Amerikan işgaline karşı verdikleri mücadelelere ve bizzat anlattıkları hikâyelere çok rastlamıyoruz. Yüzlerce yazının içinden belki iki üç tane. Afgan kadınların hikâyeleri ya çok göz önünde değil ya da ideolojik çarpıtmalara uğruyor. Ya hiç duymuyoruz seslerini ya da Oryantalist temsil kalıpları içerisine sıkıştırılmış Doğulu/Müslüman kadın klişeleri olarak dinliyoruz o biricik hikâyeleri. Oysa kadınlara atfedilen bu sessizliğin veya hikâyelerinin sadece belirli anlatı kalıpları içinde sunulmasının ideolojik, politik ve hatta askeri sonuçları var.

KURTARILMAYI BEKLEYEN ‘ZAVALLILAR’

Bu nedenle de “BeTheirVoice/OnlarınSesiOl” etiketli paylaşım yaparken ya da Afgan kadınların sesi olma niyetiyle cümleler kurarken, öncelikle birinin adına konuşmanın, “birinin sesi olmanın” ahlaki ve politik sorumluluğunun bilincinde olmamız gerekiyor. Zira Afgan kadınlarının “sesi” olma iddiasını ve isteğini taşıyan cümlelerimizde, Afgan kadınlarını Taliban rejimi altındaki “sessiz kurbanlar,” kurtarılmayı bekleyen “zavallılar” olarak kodluyoruz maalesef. Ve istemeden de olsa, Amerika’nın Afganistan işgalini meşrulaştırmak için kullandığı Afgan kadın klişesini yeniden üretiyoruz.

Bu yazıdaki amacım, iyi niyetli çağrıları ve paylaşımları eleştirmek ya da yardım hevesimizi kursağımızda bırakmak değil. Tam aksine, içimizdeki öfkeyi ve üzüntüyü daha keskin ve etkin bir kolektif güce nasıl dönüştürebileceğimiz sorusuna kafa yormak. Ne var ki Amerika’nın söylem kalıplarından dilimizi, sözümüzü, aklımızı arındırmadan şiddeti üreten koşulları gerçek anlamda anlamamız ve sorumlu tutmamız mümkün olmayacak. “Nasıl konuşmalıyız?” sorusu gibi “nasıl konuşmamalıyız?” sorusunu yanıtlamanın ve dilimizi nelerden arındırmamız gerektiğini tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu doğrultuda, 11 Eylül saldırılarından bugüne uzanan dönemde, Amerika’nın, bölgedeki politikalarını meşrulaştırmak için Afganistan’daki kadınları nasıl bir propaganda malzemesine dönüştürdüğünü örnekler üzerinden anlatmaya çalışacağım. Bu yazıda amaçladığım, Afganistanlı kadınların “Batı tarafından kurtarılmaya muhtaç, sessiz zavallılar” olduğunun sadece bir algı, temsil ve propaganda aracı olduğunu anlatmak ve Afganistanlı kadınların gerçek, biricik ve ilham veren hikâyelerini kendilerinden dinlemek için bir istek uyandırmak.

KİRLİ SAVAŞ VE KULLANILAN HİKÂYELER

ABD, 11 Eylül 2001 saldırılarının sorumlusu olarak ilan ettiği El-Kaide örgütüne Afganistan’ı harekât üssü olarak kullandırdığı gerekçesiyle Taliban rejimine savaş kararı aldı. Yaklaşık bir ay sonra, 7 Ekim 2001 tarihinde “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” (Operation Enduring Freedom) adıyla Afganistan işgalini başlattı. Dönemin ABD başkanı George W. Bush bu işgali “War on Terror/Terörizmle Savaş” olarak kamuoyuyla paylaştı.

İşgalle beraber, Afganistan’daki kadınlar bir anda Amerikan medyasında en çok yer alan konulardan biri haline geldi. Dönemin First Lady’si Laura Bush, 16 Kasım 2001 tarihinde, ulusal bir radyodaki konuşmasında, Afganistan’daki kadınların Taliban yönetiminde yaşadıklarından bahsettikten sonra, Taliban rejimine karşı savaşın, aynı zamanda “kadın hakları ve onuru” için verilen bir savaş olduğunu söyledi. Bush’un bu sözleri kamuoyunda tartışılan bir savaşa, Afgan kadınlar üzerinden meşruiyet kazandırma gayretinin en somut ifadesi oldu.

Bu konuşmadan birkaç gün sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı, Afganistan’daki kadın ve çocukların durumunu anlatan ayrıntılı bir rapor yayımladı. Raporda, ülkedeki kadın ve kız çocuklarının eğitim ve iş gücüne katılımının yasaklanması, sağlık hizmetlerine erişimin sınırlandırılması başta olmak üzere, Taliban yönetiminin kadın hakları ihlalleri detaylı bir şekilde anlatılıyordu. Bu tartışmalara, 3 Aralık 2001 tarihinde “Lifting the Veil/Peçeyi Kaldırmak” başlıklı bir kapakla yayımladığı ve Afgan kadınlarının hayatlarının, Amerika’nın ülkeye girmesiyle nasıl olumlu (!) yönde değişeceğinin anlatıldığı özel bir dosyayla Time dergisi de dâhil oldu. Bu başlık, 1957 Cezayir Savası sırasında işgalci Fransızlar’ın bir ritüele dönüştürdüğü ‘peçe açma kampanyalarını’ bir savaş taktiği olarak kullanmasına da bir gönderme niteliği taşımaktaydı.[1]

İşgalden 10 yıl sonra Amerika’da ağırlık kazanan Afganistan’dan çekilme tartışmalarında, işgalin devamını savunanların dilinde yine Afganistanlı kadınlar ve Taliban mağduru kadınlar vardı. Yine Time dergisi, “Eğer Afganistan’dan çekilirsek Ne Olur” başlığıyla yay��mladığı 2010 Ağustos sayısında, burnu ve kulağı Taliban tarafından kesilmiş Bibi Aisha’nın portresini kullandı.

emperyalizm-ve-gericilik-kiskacinda-afgan-kadinlar-922384-1.
ABD emperyalizmi işgali meşrulaştırmak için kadınları kullandı.
Time dergisi, “Eğer Afganistan’dan Çekilirsek Ne Olur” başlığıyla yayımladığı 2010 Ağustos sayısında, burnu ve kulağı Taliban tarafından kesilmiş Bibi Aisha’nın portresini kullandı.



DOĞULU KADINLAR VE KURTARICI BEYAZ ADAM

Yine bu dönemde, Pakistanlı Malala Yousafzay Amerikan medyasının en gözde figürlerinden biri oldu. Ancak hikâyesi, kendisinin tüm itirazlarına ve her platformda konuşarak “doğulu sessiz kadın” klişesini yıkmasına rağmen ideolojik şablonlara uyduruldu. Peki kimdir Malala Yousafzay?

Yousafzay, 2012 yılında, henüz 15 yaşındayken, okul otobüsünde Taliban tarafından yakın mesafeden açılan ateşle kafasından vuruldu. Ardından özel bir jetle İngiltere’de bir hastaneye getirildi ve geçirdiği birden fazla operasyonun ardından mucizevi bir şekilde hayata tutundu. Saldırıdan kısa bir süre sonra, Pakistan’daki Taliban sözcüsü, Ihsanullah Ihsan, saldırıyı Taliban adına üstlendi. Ihsan, Yousazay’ı Batının temsil ettiği tüm şeytani fikirlerin temsilcisi olarak gördükleri için öldürmek istediklerini, eğer yaşarsa yine öldürmeye çalışacaklarını söyledi. Yousazay çocuklar için eğitim hakkı savunucusu olarak Pakistan’da tanınan biriydi. Ulusal radyo ve televizyonlarda ve hatta uluslararası gazetelerde konu hakkında konuşmaları yayımlanmıştı.

Saldırıdan bir yıl sonra, Ben, Malala: Eğitim Hakkını Savunduğu İçin Taliban Tarafından Vurulan Kız isimli kitabını yayımladı. Henüz on altı yaşında, Birleşmiş Milletlere yaptığı konuşmada, vurulmasına neden olan talebini yine dile getirdi: “Eğitim, dünyanın neresinde olursa olsun kız çocuklarının temel hakkıdır ve bunu talep ediyoruz.” Yousafay Avrupa Birliği Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nün ardından 2014 Nobel Barış Ödülüne layık görüldü. Ben, Malala New York Times çok satanlar listesinde yirmi bir hafta boyunca kaldı.

Ne var ki, 2014 yılında Nobel Barış Ödülü alan Pakistanlı Malala Yousafzay’ın Batı, özellikle de Amerikan medyasındaki temsili Taliban tarafından vurulmuş “doğulu zavallı kız” ve onu hayata döndüren “kurtarıcı uygar batı” şablonuna uyduruluverdi. Batının kahraman olarak resmedildiği bu anlatılarda, Amerikan işgalinin, Pakistan ve Afganistan’da yarattığı altyapısal ve sosyoekonomik yıkımla eğitime verdiği zararlardan bahsedilmedi. Ve hatta Yousafzay’ın kafasına kurşun sıkılmasına neden olan sürecin muhasebesi yapılmadı. Yousafzay’ın hikâyesi, Batı medyasında, batı tarafından kurtarılmış doğulu kadın kurbanlardan birinin hikayesi olarak anlatıldı.

ÖZGÜRLEŞTİRMEK BAHANE KAPİTALİZM ŞAHANE

Batı tarafından “kurtarılmış” Afgan kadın hikâyelerinin yanı sıra, “Amerika tarafından özgürleştirilmiş” Afgan kadın hikâyeleri de oldukça popülerleşti bu dönemde. Bunlardan en çarpıcı olanlarından biri de Kabil’de Revlon, L’Oreal ve diğer kozmetik markalarının sponsorluğunda başlatılan ve sekiz ay suren “Sınırsız Güzellik/ Beauty Without Borders” kampanyasıydı. Projede yer alan Amerikalı bir eğitmenin anlattıklarına bakılırsa, Kabil’de durum çok vahimdi: “Kabil’e ilk geldiğimde, kadınların saçlarına ve yüzlerine yaptıklarına inanamadım. Saçlarına kına yakarak saçlarını mahvediyorlardı. Saçlarını kestikleri makasla çalı budanırdı. Evin uzağındaki kuyulardan kovalarla taşıdıkları sularla yıkıyorlardı saçlarını. İçlerinden birinden bana makyaj yapmasını istedim; beni palyaçoya çevirdi.” Bu hikâyenin anlatılış nedeni, kadınların evlerinde neden musluk suyu olmadığını ve günlük tüm ihtiyaçları için uzaktaki kuyulara gitmek zorunda olduğunu sorgulamamız değildi elbette. İstenen, kampanya sayesinde kadınların kendi güzellik salonlarını açacak noktaya gelmesini ve bu sayede “özgürleşmelerini” alkışlamamızdı. Bununla beraber, kampanyaya sponsor olan markalar reklamlarını ve PR’larını yaptılar, ürünlerini satacak yeni pazarlar açtılar. Aslına bakarsanız ortada gerçekten bir makyaj vardı. Kalkınmacı özgürlük söylemleriyle asıl makyajlanan emperyalist normlar ve şiddet politikalarıydı. Savaş çığırtkanları da bu hikayeleri birer propaganda malzemesine dönüştürdü.

Bu hikâyeler, Pakistan ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerin, Batının laiklik ve liberal demokrasi gibi değerlerini ve kapitalist kalkınma modelini benimsediğinde daha iyi bir yer olacağına dair genel kanaatin devam etmesi için çok önemliydi. Çünkü Afganistan’a askeri müdahalenin ve Pakistan’a düzenlenen insansız hava aracı saldırılarının meşrulaştırılması gerekiyordu. Müslüman kadınları merkezine alan bu söylem, “uygarlıklar çatışması” tezini öyle keskinleştirdi ki, bu sefer de Amerika’nın Afganistan’dan çekilme kararına meşruluk kazandırdı. Bölgede yaşanan tüm bu felaketin sorumluluğunu üstlenmeden, Taliban zihniyetinin ‘Amerika’nın bile müdahale edemeyeceği kadar’ bölgenin DNA’sına işlemiş olduğunu söyleyip, çekildiler.

Kafamızı karıştırmayı başardılar gerçekten. Amerika’nın ülkeden çekilmesine kızıyoruz. Amerika’ya kaçabilenlere seviniyoruz. Taliban’a nefret ve öfke duyuyoruz. Ancak bu öfkenin yarısını bile yöneltmiyoruz Amerikan emperyalizmine.

NE YAPMALI NASIL YAPMALI?

Yazının başında belirttiğim gibi bu yazıdaki asıl amacım, içimizdeki öfkeyi ve üzüntüyü daha keskin ve etkin bir kolektif güce nasıl dönüştürebileceğimiz sorusuna kafa yormak. Çünkü, bir illüzyona tutunmaktansa, onlardan silkelenmenin bizi daha ileriye taşıyacağına inanıyorum. Ağanın evini ağanın kibritini kullanarak yakamayız.[2] O nedenle de aydınlanmacı ve oryantalist düşünce kalıplarını tekrar ederek, gerçek anlamda bir değişim yaratmamız zor.
Afganistan’da kadınlar konuşuyor, sokaklara çıkıyor, slogan atıyor, Taliban’ın ve tüm dünyanın yüzüne taleplerini haykırıyorlar. Onları susturmaya çalışan Taliban’a ya da sessiz olduklarına inandırmaya çalışan emperyalist politikalara rağmen konuşuyorlar. Ana akım medyada seslerini çok duymasak da sosyal medyadan ulaşıyor bize sesleri.

Afganistan’daki kadınlarla dayanışmamızın geleceğini, onların sesi olmak yerine, onların seslerini duymak ve kendi hikâyelerini kendi anlattıkları şekilde duyurmalarını sağlamak için göstereceğimiz gayret belirleyecek belki de.

Ama en önemli görevimiz, Afganistan’daki kadınların şu an yaşadıklarının sorumlusu olarak, emperyalizm, siyasal İslam, neoliberalizm, kapitalizm ve patriarki işbirliğini görmekte, göstermekte ve eleştirmekte ısrar etmek olacak.

[1] Edward Said Oryantalism isimli muazzam çalışmasında, sömürgecilikle birlikte peçenin Doğulu toplumların ‘karanlığını’ ve ‘geride kalmışlığını’ temsil eden bir simgeye daha 18. ve 19 yüzyıllarda nasıl ve neden dönüştüğü anlatılır.

[2] Amerikali, siyahi, lezbiyen, feminist yazar ve activist Audre Lorde’un “Efendinin aletleriyle efendinin evi asla yikilmaz” isimli makalesine atfen.