ABD’nin İran nükleer antlaşmasından çekilmesi de bir böl ve yönet taktiği özelliği taşımaktadır. Trump, bu kararla İran ve Rusya ile kritik önemde ticari ilişkileri olan AB’yi zor durumda bırakırken, aslında Güney Kore’nin Kuzey Kore ile nükleer silahsızlanma çerçevesinde vardığı barış antlaşmasıyla ortaya çıkan ve Çin tarafından kuvvetle desteklenen Kore’nin tekrar tek bir halk olarak birleşmesi umudunu baltalamıştır

Emperyalizmin son aşaması: Her yer savaş, her yer direniş–2

Ahmet Öncü - Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi

Bu makale, 14 Mayıs 2018’de, Gazze’de düzenlenen barışçıl bir gösteride onurlarını ve haklarını savunurken haince katledilmiş, Filistinli çocuk, kadın ve erkeklere ithaf edilmiştir. Özgürlüğü yüce bir değer olarak sahiplenenler var oldukça, insanlığın ortak hafızasında yaşayacaklar!

“Hukuku ve demokrasiyi sizden öğrenecek değiliz!”
Eleştirel pedagoji alanının önde gelen kuramcılarından Henry A. Giroux, 2016 yılının son günlerinde Truthout’ta yayımlanan bir makalesinde, Trump’ın başkanlığa gelmesiyle, savaş kültürü, militarizm ve ırkçı şiddetin yükselişe geçmesine dikkat çekiyordu. Bunun Trump’la başlamadığına haklı olarak itiraz edecek olanlar çıkacaktır. Yine de, Giroux’nun tespiti ciddiye alınmalıdır.

Trump savaş kültürünü başka hiçbir ABD başkanının sahiplenmediği kadar benimsedi, destekledi ve devreye soktu. Grioux’nun deyimle, Trump “savaş kültürünü güncelledi ve yaygınlaştırdı.”
Birinci bölümde emperyalizmin son aşamasının savaş olduğunu belirtmiştik. ABD tarihinde, 1999’da Sırbistan’ın bombalanmasıyla değilse de, 2003’te Irak savaşıyla kesinkes başladığını düşünebileceğimiz bu son aşamanın en açık sözlü başkanı Trump’tır. Ondan önce hiçbir başkan saldırmaya niyet ettiği düşmanına, “Hazır ol Rusya, güzel, akıllı ve yeni füzeler geliyor!” diye uluorta meydan okumamıştır. Bunun psikolojik ve sosyolojik birçok nedeni olsa da, ABD hegemonyasının sonuna hızla yaklaşıldığı gerçeği bunlardan en belirleyici olanıdır.

Yerleşik düzende iktidarı ele geçirmiş olan yeni-muhafazakâr klik, Trump’tan imkânsızı başarmasını beklemektedir. Trump, geri çevrilemeyecek olanı geri çevirmek, hegemonyayı yeniden ayakları üstüne dikmek için ne pahasına olursa olsun savaşmak zorundadır. Borç yükü altında ezilen, giderek daha da yoksullaşan kendi yurttaşlarının refahı pahasına, halihazırda rekor düzeye ulaşmış olan kamu açıklarını büyük şirketlere vergi indirimi getiren yeni yasayla daha da artırarak, devlet bütçesini savaş sanayisi tekellerinin hizmetine hiç olmadığı kadar açacak, Wall Street’e, yani ABD finans kapitaline destek olmaya devam edecektir. Amerika’yı yeniden büyük yapmaya aday olarak başkanlığa gelen Trump, ABD “askeri-finansal-sanayi kompleksinin” başkomutanı olarak, kendi halkının geleceğini sonu belli olmayan girişimlerle tehlikeye atacaktır.

Bu tür görüşler artık sadece ABD karşıtı “bir takım iflah olmaz radikal unsurlar” değil, ABD’nin yerleşik düzeni içinden “saygın” kişiler tarafından da ifade edilmektedir. Bundan neredeyse tam bir yıl önce, Foreign Policy’de David Rothkopf, “Amerika başarısız bir devlet mi?” başlıklı makalesinde, liberal çevrelerin Trump hakkındaki olumsuz duygularına tercüman oluyordu. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın önde gelen düşünürlerinden olan Rothkopf, muz cumhuriyeti olmanın bütün şartlarına sahibiz diye yazıyordu. Ona göre, hükümet işlev göremez hale gelmişti; fütursuzca şahsi çıkar peşinde koşanları partizanlık esasına göre destekleyen Trump hükümeti, yurttaşlara ve anayasaya karşı sorumluluklarını bir tarafa iterek, “hukuku ve demokrasiyi sizden öğrenecek değiliz” diyenleri haklı çıkarırcasına, ülkenin kuruluş esaslarından olan güçler ayrımı ilkesinden sapmıştı. Suç işleyenlerin yargılanıp, yargılanmayacağı yönetime yakın ya da uzak oluşlarına bağlı hale gelmişti. ABD, hukukun üstünlüğü ilkesinden açık biçimde kopmuştu. Toplum, toplu cinayet vakalarındaki artıştan izlenebileceği gibi, her alanda herkesin herkesle savaştığı bir muharebe alanına dönüşüyordu.

Emperyalizmin son aşamasının hukuku her zaman savaş olmuştur. Dahası, bu savaş, dış düşmana olduğu kadar içeriye, yani sıradan halka açılır. Rothkopf, Washington Post’ta 3 Ekim 2017’de yayımlanan “Amerika kendisiyle savaşıyor” başlıklı bir başka makalesinde, sağlığa ve eğitime değil, savaşa bütçe ayrılmasından dolayı ABD’nin rakipleri karşısında hızla zayıflayarak, rekabetçi üstünlüğünü yitirdiğini yazmaktadır.

Aslında bu tür saptamalar hiç de yeni değildir. Wisconsin Üniversitesi’nin tanınmış tarih profesörlerinden Alfred W. McCoy, daha 2010 yılındayken, The Nation’da “Amerikan İmparatorluğu’nun Gerilemesi ve Düşüşü” başlıklı makalesinde çarpıcı iddialar öne sürmüştü. McCoy’a göre, ABD dünyanın tümüne hükmeden tek süper güç olma konumunu, çokça söylendiği gibi, yumuşak bir inişle kırk yıllık bir süre zarfında değil, on beş yıl gibi kısa bir zamanda, 2025 yılında kaybedecek gibi görünüyordu. Vakti geldiğinde, Amerikan hegemonyasının çöküşü, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşüne benzer biçimde, aniden olacaktı.

McCoy öngörüsünü iki temel gözleme dayandırıyordu. ABD her şeyden önce küresel ekonomide hızla geriliyordu. Bunu, AB ve Çin karşısında küresel ticaretteki payının düşüşünden, Japonya ve Çin karşısında teknolojik inovasyon alanında gerilemesinden ve genel bir eğilim olarak doların dünya rezerv parası olma ayrıcalığını kaybetmesinden izlemek mümkündü. McCoy’un ikinci gözlemi, ABD’nin, imparatorluk tarihçilerinin mikro-militarizm diye tanımladıkları, gerilemeye karşı psikolojik bir tepki olarak ortaya çıkan, güç gösterisine odaklı, küçük ölçekli, düşük yoğunluklu savaş stratejisine, kendisinden önceki hegemonların pek çoğunun yaptığı gibi, akıldışı bir şekilde yönelmesiydi. Dünyanın farklı yerlerinde girişilen her operasyon, devletin dış borç yükünü artırıyor, bu tür girişimlerde artarda gelen başarısızlıklar devletin itibar kaybına sebep oluyordu. Ayrıca, ABD askeri alanda da Çin’in yükselişi karşısında geriliyor, olası bir topyekûn savaşı kazanma şansını giderek kaybediyordu.

McCoy’un bu satırları kaleme almasından yedi yıl sonra öngörüleri fazlasıyla doğrulanmış olmalı ki, Harvard Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Graham Allison, 2017’de yayımlanan “Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap?” (Savaşa Doğru: Amerika ve Çin Thukydides Tuzağından Kaçabilir mi?) adlı kitabında, ABD’yi yönetenleri Çin ile girişilecek bir savaş fikrinden caydırmaya çalışıyordu. Ona göre, her iki devletin de olası bir savaştan muzaffer çıkması pek mümkün değildi. Bu nedenle, Trump öncelikli olarak ulusal sorunlara odaklanmalı, “itibarını yitirmiş” Amerikan demokrasisini iyileştirmeye çalışmalıydı. Allison böyle bir şeyi Trump’tan beklemenin boş olacağını düşündüğünden, bu açıdan hiç iyimser olmadığını belirtmeyi ihmal etmedi.


emperyalizmin-son-asamasi-her-yer-savas-her-yer-direnis-2-465602-1.

Bu noktada, Allison’ın kavramları arasında emperyalizm olmadığını belirtelim. Sorun, onun düşündüğü gibi, Trump değildir. Sorun, Trump’ın karakter özelliklerini aşan bir yapısal belirleyen olarak emperyalizmdir. Bu nedenle, yerleşik düzene karşı çıkmadığı sürece, ABD’nin başına kim geçerse geçsin, savaşçı politikalara her alanda devam edilecektir.

Ayrıca, Trump zamanın ruhunu fazlasıyla temsil eden, emperyalist politikaların gerektirdiği türden bir başkan tipine mükemmel biçimde uyan bir karakterdir. Yani, Trump bir anomali vakası olarak görülemez. Küresel düzenin bütünü, uluslararası hukuk normlarından saparak, hızla kaosa doğru evirilmektedir.

Önce Amerika: “Revizyonist” Çin ve Rusya ile savaş
Trump’ın kendisinden beklenenin ne olduğunu kısa sürede anlamış olduğu, 18 Aralık 2017 tarihinde dünya televizyonlarının karşısına geçerek gururla açıkladığı, ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nden (UGS) anlaşılmaktadır. Bu, Trump’ın ilk UGS’dir. Amerikan başkanlarının küresel düzeyde izleyecekleri yol haritasını duyuran bu resmi belge, kimi uzmanlara göre kısa bir raf ömrüne sahip olsa da, yakın geleceğe dair beklentileri şekillendiren önemli verilerden birisini oluşturur.

New York Times’da Mark Lander ve David E. Sanger imzasıyla çıkan bir yorum, son UGS’nin kapsam ve entelektüel derinliği ile Trump’ın konu hakkındaki basın toplantısında kullandığı amiyane dil arasında ciddi bir kopukluk bulunduğunu vurguluyordu. Bu, doğru bir yorum olmakla birlikte, Trump’ın “şakacı” samimiyetine haksızlık ediyordu. Trump, alışılageldik işadamı üslubuyla, belgenin derin mesajını, “Amerika oyunun içindedir ve Amerika kazanacaktır,” ifadesiyle oldukça anlamlı bir şekilde özetlemişti.

Belge, Trump’ın “oyun” dediği şeyi, kendi “entelektüel diliyle” “bir önceki yüzyılın olgusu olarak terk edilmiş olan büyük güçler arası rekabetin geri dönmesi” olarak ortaya koyuyordu. Günümüzün “büyük güçleri” ise Çin ve Rusya’ydı. UGS’ni kaleme alanlar, adı geçen devletleri “revizyonist güçler” olarak isimlendirmişti. Bu güçler, sadece “Amerikan halkının yaşam tarzını ve refahını” değil, “dünya barışını” da tehdit eden baş rakiplerdi. “Revizyonist güç” tanımlamasıyla gerçekte Rusya’dan çok Çin hedefleniyordu. Pekin, “kendi çıkarları ve küresel ihtirasları” adına, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin öncülüğünde inşa edilen küresel düzeni “yeniden-yazmaya”, yani “revizyona” kalkışmıştı. Trump, “Amerika kazanacaktır” derken, buna izin vermeyeceklerini söylemiş oluyordu.

Son bölümde göreceğimiz üzere, Trump’ın UGS Çin’in “küresel ihtiraslarını” çarpıtarak, yanlış temsil ediyordu. Çin, bu belgenin iddiasının tam tersine, devlet başkanı Xi Jinping’in Davos dâhil birçok uluslararası platformda açıkça ifade ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş küresel politik iktisat düzenine, kapsamı daha da genişletilmek kaydıyla, dönmeyi öneriyordu. Ona göre, asıl ABD “küresel ihtirasları” nedeniyle dünyanın gelişmekte olan kıta ve bölgelerinde refah artışını baltalıyor, barış içinde birlikte gelişme fırsatına ayak diriyordu.

Xi’nin gözünden bakılınca, oyun, lider devletin emperyalist politikalarından dolayı ciddi ekonomik kayıplar yaşayanların hakkını savunmak adına, artık savunulamayacak hale gelmiş, meşruluğunu yitirmiş ABD hegemonyasına dur demekten başka bir şey değildi. İlk bölümde kullandığımız kavramlarla ifade edersek, Çin yeniden liberal bir dünya ekonomisi kurulması önerisiyle ortaya çıkıyordu. Daha önceki tarihsel örneklerde olduğu gibi, hegemonyasının nihai çöküş aşamasında olduğundan, lider devlet, ekonomik alanda rekabet üstünlüğünü kaybetmişti. Bu nedenle de, yeni bir liberal küresel ekonomi düzenlemesine engel olabilmek için taşı yokuşa sürüyor, sıcak savaşa davet çıkartıyordu. Liberal bir küresel ekonomi düzenlemesi altında ABD finans kapitali mevcut tekelci imtiyazlarını kaybedeceğinden, oyunu, kendi lehine süregiden kazan-kaybet sonucundan da öteye taşıyıp, dünyanın tümünü kaybet-kaybet felaketine sürüklüyordu.

Emperyalizmin değişmez taktiği: Böl ve yönet
Buraya kadar yazılanlardan, ABD’nin mevcut küresel stratejisinin Çin’in yeni bir hegemonyanın baş mimarı olarak ortaya çıkmasını engellemek olduğu söylenebilir. Bu strateji, emperyalizmin tarihinde sıklıkla karşımıza çıkan böl ve yönet taktiğiyle pekiştirilmektedir. Son birkaç ayda dünya güvenliğini tehdit eden gelişmelere baktığımızda, bunun devreye nasıl sokulduğu açık bir biçimde görülmektedir. Sondan-en... acı olandan, Gazze Katliamından- başlayacak olursak, dikkatimizi çeken ilk örnek, Trump’ın ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımasıdır. Birçok kimsenin nereden çıktığını anlamakta güçlük çektiği bu vahim karar, Türkiye gibi ABD’nin müttefiklerinden olup, yukarıda kabaca resmettiğimiz küresel iktisadi ve siyasi gelişmelere bağlı olarak, kendi çıkarları nedeniyle bazı noktalarda Çin-Rusya eksenine meyletmiş devletleri Araf’ta bırakmış, deyim yerindeyse, “yerini bilme” konusunda uyarmıştır.

Benzer şekilde, 13 Nisan 2018’de Suriye’ye karşı düzenlenen füze saldırısı bir böl ve yönet taktiği olarak yorumlanabilir.

Öncesinde ince ayar sürdürülen PR (halkla ilişkiler) faaliyetlerinden okunabileceği gibi, bu operasyon tek bir hedefe, kimin ABD’nin dostu ya da Rusya’nın -dolayısıyla da Çin’in- düşmanı olduğunu göstermeye odaklanmıştır. Hepsi de NATO üyesi olan devletlerden İngiltere ve Fransa ABD’nin yanında yer alırken, Almanya ve İtalya operasyonu desteklemediklerini ilan etmişlerdir.

Keza ABD’nin İran nükleer antlaşmasından çekilmesi de bir böl ve yönet taktiği özelliği taşımaktadır. Trump, bu kararla İran ve Rusya ile kritik önemde ticari ilişkileri olan AB’yi zor durumda bırakırken, aslında Güney Kore’nin Kuzey Kore ile nükleer silahsızlanma çerçevesinde vardığı barış antlaşmasıyla ortaya çıkan ve Çin tarafından kuvvetle desteklenen Kore’nin tekrar tek bir halk olarak birleşmesi umudunu baltalamıştır. Nitekim İran antlaşmasının ABD tarafından tek taraflı olarak geçersiz kabul edilmesiyle, Kuzey Kore, ABD ile başlayacağı nükleer silahsızlanma görüşmeleri hakkında ABD’nin samimi olmadığı sonuca varmış, Güney Kore ile vardıkları barış antlaşmasını askıya almıştır. Yani, Kore bir kere daha ve yeniden bölünmüştür. ABD’nin stratejik hedefi yine aynı olmalıdır: Çin’in öncelikle Güney Doğu Asya’daki gücünü geriletip, yeni bir liberal küresel ekonomi kurma girişimini engellemek. Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bizden ayrılmayın!