ABD, Macaristan, İtalya gibi ülkelerde iktidara kadar uzanışı, bugünlerde haklı olarak kaygıyla izlenen konuların başında geliyor. Ancak bu endişeyi dile getirenler, yeni tür bir “sol popülist” dalganın da aynı anda yükselişe geçmiş olduğunu unutabiliyorlar

Emperyalizmin son aşaması: Her yer savaş, her yer direniş–3

Ahmet Öncü - Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi

Piyasa efsanesi ile gelen piyasa çöküşü
Hegemonyanın emperyalist döneminde, lider devlet, piyasaya müdahale edilmezse, iktisadi olarak en iyi sonucun kendiliğinden gerçekleşeceği, böylece de toplumsal refahın doğal olarak artacağı görüşünü savunur. Amerikalı iktisatçı William Dugger’ı izleyerek, bu görüşe “piyasa efsanesi” diyeceğiz. Son otuz yılda, ABD, piyasa efsanesine dayanarak hegemonyasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, Birleşik Krallık da aynı mite sarılarak, hegemonyasını kurtarmayı denemiştir. Sonuç tam bir hüsran olmuştur.

Ekonominin “piyasanın görünmez eline” bırakıldığı iddia edilen emperyalist dönemlerde, dünya ekonomisinde sıklığı ve şiddeti artan finansal çöküşlere tanıklık edilir. Yıllarca sürebilecek çift haneli işsizlik oranlarının yaşandığı depresyonlar, finansal çöküşlerin zirve noktasını takip eden yıllarda meydana gelmiştir. Nitekim emperyalist bir dönem olan yirminci yüzyılın başlarındaki gibi -grafikten izleneceği üzere-, yirmi birinci yüzyıla girerken de, finansal krizlerin (mavi renkli eğri) yoğunlaşarak artışa geçtiği görülmektedir. Birçok kuramcının emperyalizmin temel nedeni olarak gördüğü uluslararası sermaye hareketlerinde olağanüstü miktarlara varan yükseliş (kırmızı renkli eğri), bu krizlerin oluşumunda başat rol oynayan iktisadi faktördür. Bir başka deyişle, piyasa efsanesinin ortak aklı esir aldığı emperyalist dönemler, aynı zamanda piyasa çöküşleri dönemleridir.

Küresel Finansal Kriz olarak adlandırılan 2007/2008 çöküşünden sonra, yeni bir büyük depresyon ihtimali (ki kimilerine göre zaten başlamıştır) hiç olmadığı kadar ciddiye alınır olmuştur. Piyasa efsanesini dini bir tutumla benimseyen ABD, krizler karşısında ikna kabiliyetini bir ölçüde kaybetmiş olsa da, “serbest piyasa mucizesini” hâlâ savunmaktadır.

Emperyalizme karşı direnen birçok farklı sosyal ve siyasi aktörün, aralarındaki uzlaştırılması zor görünen fikir ayrılıklarına rağmen, eğer varsa, ortak noktası, her krizden sonra daha da yoksullaşan emekçi sınıfların refahını, dünya nüfusunun çok küçük bir azınlığını temsil eden vurgunculara karşı savunmaktır. Yazımızın son bölümünde, serbest piyasacı söyleme direnerek, toplumsal olarak akılcı bir ekonomi inşa etmek için mücadele edenlerden sadece birkaçını yerimiz ölçüsünde inceleyeceğiz. Böylelikle, başlıkta vurguladığımız gibi, her yerin yalnızca savaş değil, aynı zamanda direniş olduğunu göstermeye çalışacağız.

Piyasa efsanesine karşı emeğin ekonomisi: Michael Hudson
Belli tarihsel anlarda bazen tek bir kişi milyonlarca insanın katıldığı bir sosyal hareketten daha etkili bir direniş aktörü olabilir. Bununla da kalmayıp, kıvılcımı ateşleyerek, değişimi başlatabilir. Bu tür kişilere sosyal teoride makro aktör olmayı başarmış birey gözüyle bakılır. Bu açıdan en popüler örnek, hiç şüphesiz ki, dünyanın bütün ezilenlerinin kumandanı olarak anılmayı hak eden, Ernesto Che Guevara’dır.

Günümüzde piyasa efsanesine karşı direnenlere ilk örnek olarak böyle bir bireye, Amerikalı iktisatçı Michael Hudson’a bakacağız. Hâkim neoklasik iktisat teorisini “çöp iktisadı” olarak adlandırıp, klasik politik iktisat açısından eleştiren, deyim yerindeyse, ezip geçen Hudson, makro aktör düzeyine erişmiş bir bireydir. ABD emperyalizminin son yıllardaki en ciddi eleştirmenlerinden, Ronald Reagan’ın hazine bakan yardımcısı ve eski Wall Street Journal editörü, Paul Craig Roberts’ın sözleriyle, “dünyanın en iyi iktisatçısıdır.” Che kadar olmasa da, ezilenlerin haklarını savunmak adına amansız bir direniş örneği sergilemektedir. İlerlemiş yaşına rağmen durmamacasına çalışarak, kitaplar, makaleler, TV ve radyo mülakatları, seminer ve konferanslarla piyasa efsanesini çürütmek için elinden geleni yapmaktadır.

Hudson, bizim bu yazıda hegemonyanın emperyalist dönemi olarak adlandırdığımız tarihsel uğrağı, “yeni-feodalizm” olarak tanımlamaktadır. Ona göre, bugün de aynen Batı Avrupa’da klasik feodal dönemde olduğu gibi, zenginlik büyük ölçüde kira (rant) biçiminde yaratılmaktadır. Dahası, bu zenginliğe küçük bir azınlık (genellikle nüfusun yüzde biri denen kesim) toplumun yoksullaşması pahasına el koymaktadır. Günümüzün aristokrasisi, serflerden kira toplayan senyörler değil, Finans-Sigorta-Gayri Menkul (İngilizce kısaltmasıyla FIRE) sektöründen nemalanan finans oligarşisidir. Feodal aristokrasi servetini toprak rantı biçiminde biriktirmiş ayrıcalıkla bir zümreyken, günümüzün finans oligarşisi kredi-borç genişlemesi üzerinden yaratılan kiralara el koyan asalak bir hâkim sınıftır.

Hudson’ın son kapsamlı çalışması, 5-6 Mayıs 2018 tarihinde, Pekin Üniversitesi Marksist Çalışmalar Bölümü’nde Marx’ın 200. doğum gününü kutlamak için düzenlenen uluslararası konferansa sunduğu bildiridir. Daha önce yazdıklarını özet olarak içeren bu makale, Çin’e izlediği hegemonya stratejisini pekiştirebilecek bir öneri sunmaktadır. Bu öneriye göre, Çin, eğer hedeflediği gibi kendi halkından başlayarak küresel ölçekte emekçilerin maddi refahını artırmak istiyorsa, öncelikle ulusal gelir muhasebe sistemini Marx’ın emek değer teorisine göre yeniden formatlamalıdır.

Klasik politik iktisat geleneğini izleyen Marx, kazanılmış ve kazanılmamış olmak üzere iki gelir türünden bahseder.


emperyalizmin-son-asamasi-468278-1.

Kazanılmış gelir, emek harcanarak üretilen değerin parasal karşılığıdır. Kapitalist koşullar altında, kazanılmış gelir toplamı, ekonomideki toplam kâr ve ücretlerdir. Kazanılmamış gelir ise, reel üretime hiçbir katkı yapmadan, bu toplamdan mülkiyet haklarına dayanılarak el konulan kiraya ek olarak, piyasa işlemleriyle yaratılan hayali meblağlar, yani popüler olarak köpük diye adlandırılan hisse, tahvil ve gayrimenkul fiyatlarının şişirilmesiyle elde edilen gelirler toplamıdır. Kazanılmamış gelir, topluma yüklenen sabit bir maliyettir. Bu maliyet, kâr ve ücretlerden ödenirken, aynı zamanda reel ekonominin toplam borç yükünü artırır. Bir başka deyişle, kazanılmamış gelirdeki artış, toplumun borçlandırılması pahasına gerçekleşir.

Kabaca ifade edecek olursak, Hudson, Çin’e Gayri Safi Yurtiçi Hasılasını (GSYİH) sadece kazanılmış gelirleri dikkate alarak hesaplamayı önermektedir. Bu tür bir hesaplama yöntemi eşanlı olarak üç şeyi başaracaktır. Birincisi, ekonominin maddi büyümesi, dolayısıyla da emekçilerin refahındaki artışın izlenmesi hakkında güvenilir bir veri tabanı üretilmiş olacaktır. İkincisi, halihazırda kullanılan hesaplama yöntemiyle elde edilen GSYİH ile karşılaştırılarak, rantiye sınıfının üretken ekonomiye yüklediği sabit maliyet, yani emekçilerden yaptığı haksız kesintiyi belirlemek mümkün olacaktır. Son olarak, Marx’ın sosyalizm dediği toplumsal yapıya geçişte önemli bir mesafe alınmış olacaktır.

Piyasa efsanesine indirilen ağır bir darbe: “Çin’de Yapılmış 2025”
Hudson’ın önerisinin Çin Devlet Başkanı Xi tarafından ilgiyle karşılanacağına hiç şüphe duyulmamalıdır. Bu yıl martta yapılan bir anayasa değişikliğiyle, 2013 yılında seçildiği devlet başkanlığına yaşamının sonuna kadar devam edebilme hakkı tanınan Xi, bu olanak kendisinden önce sadece Mao’ya tanınmış olduğundan, “Çin’in ikinci Mao’su” lakabını kazanmıştır. Amacı, Çin’in Mao ile başlayan sosyalizme geçiş sürecini daha ileri bir aşamaya taşımaktır.

Xi, “Çin kapitalist yola saptı” diyenlere dönerek, hedeflerinin, 2050 yılına kadar “Çin’e özgü sosyalizmi” başarmak olduğunu dünyaya duyurmuştur. Bu yolda önemli bir kilometre taşı, 2015’te yayımlanan “Çin’de Yapılmış 2025” başlıklı ulusal strateji belgesidir. Bu rapor, bir önceki başkan Hu Jintao döneminin özüne sadık bir yaklaşımla, Dünya Bankası ile ortak olarak hazırlanıp, 2013’te yayımlanan “Çin 2030” başlıklı stratejinin yerine, Xi’nin kısa ve orta vadeli iktisadi ve siyasi hedeflerini koymaktadır. “Çin 2030” stratejisi piyasa efsanesini karşısına almazken, “Çin’de Yapılmış 2025” stratejisi, devletlerin girişimiyle küresel piyasayı reel sektör üzerinden bütünleştirip, dünya ekonomisini yeni bir maddi genişleme dönemine taşımayı amaçlamaktadır. Bu anlamda da, hem serbest piyasa söylemini, hem de bu söyleme yaslanan ABD hegemonyasını, yani ABD finans oligarşisini doğrudan karşısına almaktadır.

Yeni strateji, 2025 yılına kadar yabancı teknoloji bağımlılığını olabilecek en aza indirerek, Çin Halk Cumhuriyeti’ni 100. kuruluş yılı olan 2049’da dünyanın üç büyük teknoloji devinden biri yapmayı hedeflemektedir. Bu yolda vakit kaybetmeden atağa geçen Xi yönetimi, Çin’de yapılmış hızlı trenler, elektrikli taşıtlar, robotlar, yapay zekâ teknolojileri ve Nesnelerin İnternetini destekleyen 5G sistemlerini ihraç etmeye çoktan başlamıştır. Bu ürünlerin dünya piyasalarına ulaştırılması, Asya’dan Avrupa’ya uzanan geniş bir bölgede, Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) olarak adlandırılan ekonomik bütünleşme sürecine dâhil olan ülkeler arasındaki sürekli gelişen ticaret ağları ile sağlanmaktadır. Çin, ABD finans oligarşisinin borç tuzağına mahkûm ettiği bu ülkelere, gelişmiş teknolojiler transfer ederek, yıllardır el atılmamış kalkınma sorunlarının çözümü noktasında liderlik yapmaktadır.

Tarih, bir kere daha, hegemonyası çöken bir lider devletin karşısına yükselen yeni bir lider devlet çıkarmıştır. İmalat sanayisindeki üstünlüğünü çoktan yitirmiş bulunan ABD, bu gelişme karşısında, önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, askeri ve ticari alanlarda savaşa yönelmekten başka hiçbir çare bulamamaktadır. Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşı bağlamında, ABD ile Çin arasında gerçekleştirilen son ticaret müzakerelerinden çıkan sonuca bakılacak olursa, ABD’nin Çin’i “2025” stratejisinden vazgeçirebilmesi mümkün görünmemektedir. Küresel toplum, 2050 yılında teknoloji devi olacak Çin’i bugünden ciddiye almak durumundadır.

ABD’nin menkul ve gayrimenkul rantlar (kiralar) üzerinden zenginleşmeye dayanan kapitalist ekonomi modelinin sonu, eğer dünyamız bundan önce nükleer bir savaş felaketi ya da ekolojik büyük bir yıkımla canlılar için yaşanamaz bir hale gelmezse, çok uzak değildir. Sorun da zaten bu sonun nasıl geleceği -ilk bölümde alıntıladığımız Gramsci’nin dediği gibi- yeninin nasıl doğacağıdır.

Piyasa efsanesine karşı petrol kardeşliği: Putin-Xi dayanışması
Putin’in son seçimleri kazanarak yeniden devlet başkanlığına gelmesiyle, Rusya ve Çin arasındaki stratejik ortaklığın derinleşerek devam edeceğine dair beklenti kuvvetlenmiştir. G20, BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü’nde sürekli temas halinde olan Putin ve Xi, birçok konuda işbirliği imkânı yaratarak, KYG ile Rusya’nın önderliğinde kurulan Avrasya Ekonomik Birliği’ni her geçen gün daha fazla birleştirmeye doğru yeni adımlar atmaktadırlar. Trump’ın Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin diliyle, bu iki “revizyonist” devlet, küresel para, finans ve ticaret rejimlerini radikal bir dönüşüme uğratabilecek olan yeni bir dünya düzeninin kurumlarını şimdiden inşa etmeye başlamışlardır.

Bu süreci tetikleyen temel neden ise, 2017 yılında Çin’in petrol ithal eden ülkeler sıralamasında ABD’yi geçerek, dünyanın en büyük petrol ithalatçısı konumuna gelmesiyle eşanlı olarak, Rusya’nın petrol ihraç eden ülkeler sıralamasında Suudi Arabistan’ı geçerek birinci sıraya yükselmesidir. Yani, dünyanın en büyük petrol ihracatçısı Rusya ile dünyanın en büyük petrol ithalatçısı Çin’in kaderleri birleşmiş görünmektedir. Bu açıdan, geçtiğimiz aylarda Çin’in yuan temelli vadeli petrol işlemleri ya da petro-yuan kontratları başlatması ile Rusya ve Çin’in altın temelli bir para sistemi kurma girişimine hız vermeleri anlaşılır bir şeydir. Bu anlamda da, Trump’ın, Rusya’ya “sahada”, Çin’e de piyasalarda savaş açması boşuna değildir. Dünya rezerv parası olarak doların, yani ABD finans oligarşisinin geleceği tehlike altındadır.

Sonuç yerine: Piyasa efsanesine karşı “demokratik sosyalizmin” yükselişi ve düşündürdükleri
Piyasa efsanesinin yol açtığı işsizlik ve yoksulluk gibi sosyal problemlere karşı ortaya çıkan toplumsal tepkileri arkasına alan “sağ popülist” grupların yükselişe geçişi; faşizan eğilimler sergileyen bu tür hareketlerin ABD, Macaristan, İtalya gibi ülkelerde iktidara kadar uzanışı, bugünlerde haklı olarak kaygıyla izlenen konuların başında geliyor. Ancak bu endişeyi dile getirenler, yeni tür bir “sol popülist” dalganın da aynı anda yükselişe geçmiş olduğunu unutabiliyorlar. Almanya’da Sol Parti, İngiltere’de İşçi Partisi ve ABD’de Sanders’in önderliğinde Demokrat Parti kliği, “demokratik sosyalizmi” günümüzün toplumsal sorunlarını çözebilecek bir model olarak gündemde tutmaya devam ediyorlar.

Bunlardan hiçbirisi henüz iktidara gelmemiş olduğundan, bunların, emperyalist cephede hâlâ egemen olan serbest piyasacı kapitalizme alternatif olabilecek ne tür bir “demokratik sosyalizmi” inşa edebileceklerini kestirmek pek mümkün değildir. Uluslararası “sosyalist kampta” sürdürülen tartışmalar, sol popülizmin yükselişi hakkında “tamamıyla olumludan” “tamamıyla olumsuza” kadar pek çok ciddiye alınması gereken görüş etrafında (her zaman olduğu gibi) bölünmüş olsa da, şu kadarını söylemek mümkün: Sosyalizm “heyulası” emperyalizmin göbeğinde yeniden “kupon kesicilerin” karşısına dikilmiş durumdadır. Uluslararası sosyalist-komünist-anarşist hareketin tarihini ve bu tarihin hatalarından çıkartılmış dersleri bilenlerin hak vereceği gibi, dünya halklarının kardeşliği, özgürlüğü ve eşitliğinden yana olan sosyalistler, hiçbir ulusalcı sapmaya savurulmadan, sosyalizm mücadelesini emperyalizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak görmek zorundadırlar.

Bu nedenle, olası bir büyük savaşta kendi devletlerini “düşmanlara” karşı desteklemenin aslında emperyalizme yenilmek olduğunu asla unutmamalıdırlar. Sosyalizm barış demek olduğundan, sosyalistler, emekçilerin ve tüm diğer ezilenlerin hakları için mücadele ederken, savaşa karşı barış bayrağını yükseltmelidirler. O halde, sorun, aynen yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, bugün de aynıdır: Ekmek ve barış!