Var olmanın ağırlığını yaşayan insanın, ölüm haricinde yokluklara ihtiyacı var. Kendisini çevreleyen, şekillendiren, üzüntüsünü, heyecanını, neşesini bastırıp onu bir otomata dönüştüren toplumdan ve o toplumun küçük modelleri olan kişilerden uzaklaşmaya ihtiyacı var. Ölüm bu açıdan bakıldığında, böyle daraltan bir hayatın karşısında, asil bir duruş. İntiharsa bu karşı duruşun bilinçli hali. Bir duruş olarak intiharı “Ne zaman intihar etmeliyiz?” başlıklı yazımda anlatmıştım.

,Ancak ölümden başka -bir o kadar güçlü- yokluklar, nefes almalar gerekiyor insana. Çünkü hayatta olmanın bir bedeli vardır ki, o bedel; dil, toplum ve onların günden güne daralan ve bunaltan sınırlarıdır. Genelin dili berbattır. Kötülük kokar. Güce tapmaya alışkındır. Kötülüğü sıradanlaştırır. Bir Yahudi çocuğu gaz odasına elleriyle ittirir, sonra eline aldığı silahla azgın bir “Yahudici” olup Filistinli bir çocuğu katlediverir. Toplum gücün bir araya getirdiğidir. Bu nedenle saygısızdır. Uğur Kurt’u katledip üzerine neredeyse para ister. “Genel” olan budur. Ya bu dilin ve toplumun sınırlarının ötesine geçebilmenin mücadelesi verilmelidir -ki bu özgürlükle huzursuzluğun aynı anda kabulüdür- ya da o dil ve toplumun gün geçtikçe daralan sınırlarına uyum sağlayarak huzur içinde bir otomat olarak yaşanmalıdır. Otomat olmak mutlu ve huzurlu olabilmenin ilk ve en emin koşuludur. İnanın böyledir (O nedenle sürekli mutlu ve huzurlu insanlara gıptayla değil endişeyle bakmışımdır).

Koşulsuz huzur ve mutluluksa bir insanın asla erişemeyeceği -çünkü eriştiği anda bu arayışın güzelliğini, arzunun ve tutkunun o büyülü doğasının yok olacağı- Tanrılaşmayla mümkündür. Tanrılar aşık olmazlar. Delirmezler de. Çünkü onların monoton, sıkıcı ve sınırlı dilleri vardır. Monoton ve sınırlı dili olanların aşkla ilişkileri yoktur. Yaşamın tam ortasında yokluğuyla var olan tek şeydir Tanrı. Yokluk Tanrı’ya, olmak ve olmanın ağırlığını çekmekse varlığa mahsustur. Olmadan “olabilmenin” kudretidir Tanrı. O nedenle huzursuzluktan, acıdan ve çileden münezzehtir ancak o da aşkın ve deliliğin güzelliğini hiçbir zaman bilemeyecektir.

O nedenle insan kalmak ve huzurun ve huzursuzluğun bir aradalığında, özgürlükle otomatlık arasında salınıyor olmak Tanrı olmaya yine de yeğdir.

Var olmanın ağırlığını yaşayan insanın, ölüm haricinde yokluklara ihtiyacı vardır.

Deliler ve seyyahlar da, tıpkı bir âşık gibi, kendi dillerini ve sınırlarını terk edip başka bir dile ve başka bir coğrafyaya geçmeye cesaret edenlerdir

Ve bu hâle -yani yaşarken ölmüş olmaya- en yakın üç hali en iyi insan bilmektedir: Seyyahlık, Delilik ve Aşk. Bunlar yalnız insana mahsustur. Üçü de bir dilin unutulması, kelimelerin bağlamlarından kopması, nesnelerin konuşması ve sınırların aşılmasıdır. İnsanı yaşadığına inandıran bir dilin ters yüz edilmesi, kelimelerin parçalanmasıdır.

Onların elinde her kelime bir savaş alanıdır. Her cümle büyük bir silahtır –insanın kendine çevirdiği-. Mekâna ve zamana sığmamak seyyahın, söze ve dile uymamak delinin, eski haliyle var olmaya direnmek ve gelecek olanı dert etmemek aşığın meziyetidir. Seyyah durup dinlendiğinde, deli öldüğünde, âşık dokunduğunda kendini hiçleştirecektir. Ve muhtemelen bu üç hâlin her biri diğerinden birisini daha mutlak suretle içermektedir. Bir seyyah ya aşıktır ya deli, bir deli ya seyyahtır ya aşık, bir aşık ya delidir ya seyyah. Seyyahların geriye dönme, delilerin akıllanma, aşıkların eski haline dönme olasılığı yoktur...

Var olmanın ağırlığı altında ezilen insanın ölüm haricinde bir yokluğa ihtiyacı vardır.

Aşk en çok yıkıntılar arasında anılacaktır. Çünkü o yalnızca bir bağlanma biçimi ya da sevme şekli değildir. Var olmanın yokluğa en yakın hallerindendir. Tutkunun altında yatan dildir. Hastalıktır, acıdır, dehşettir, mutluluk ve başka hiçbir halin ona ulaşamayacağı derecede varla yok arasıdır. Onun dilini ancak deliler ve seyyahlar anlayacaktır. Çünkü deliler ve seyyahlar da, tıpkı bir âşık gibi, kendi dillerini ve sınırlarını terk edip başka bir dile ve başka bir coğrafyaya geçmeye cesaret edenlerdir. Seyyahlık da, delilik de, aşk da bir tercihtir.

Sınırlarınızı ve dilinizi terk edemiyorsanız aşktan bahsetmeyin, kirlenecektir.

Aşk en çok ölünen yerdir. Var olma sancısının giderildiği, insanın her gün defalarca kendisini kurban edebildiği tek mekândır bir aşığın bedeni. O bir deli gibi akıldan ve onun zorunluluklarından kurtulmuş, bir seyyah gibi önce kendi bedenini terk etmiştir.

Aşk insanı hapseden ve insanın hapsettiğidir.

Var olmanın ağırlığını yaşayan insanın, ölüm haricinde yaşadığı “yokluk” halidir.