En Karanlık Saat: Faşizan bir film

En Karanlık Saat” faşizan bir film, biçimi ve içeriğiyle; bunu baştan söyleyeyim. Uzun zamandır bir filme bu kadar sinirlenmemiştim. Film Muhafazakar Parti’nin (Tory’ler) ve Büyük Britanya’nın en ünlü politikacısı Churchill hakkında. Churchill’i fetişleştiriyor, yalnız bir kahraman olarak sunuyor film.

Buna geri döneriz ama Churchill hakkında birkaç söz etmek gerek. Churchill iğrenç bir canavardır, nokta. Bunu en iyi bilen uluslardan biri de biziz. Çanakkale Savaşı’nı çıkaran ve Gelibolu’da yüzbinlerce Türk, Arap, Avusturalyalı, Yeni Zelandalı, İngiliz, Fransız ve Hint gencin ölümüne neden olan kişi Churchill’dir. Yunanistan’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra direnişçilerin katlini emreden odur. Hindistan’da 4 milyon kişiyi açlığa mahkum eden, Buchenwald toplama kampındakinden bile az yemek vererek çalıştıran odur. İran’da Musaddık’ın devrilmesinde önemli rol oynamıştır. II. Dünya Savaşı öncesinde Hitler ve Mussollini hakkında hayranlık ifadeleri kullanmıştır. Irkçıdır. Yahudi, Arap, Hint, Afrikalı, Müslüman hemen herkes hakkında ırkçı hakaretler etmiştir. Sıkı bir anti komünisttir. Sıkı bir emperyalisttir. Almanya’da doğsaydı Hitler’den bir farkı olmazdı ya da Nazi Partisi’nin önde gelen isimlerinden biri olurdu.

Şimdi bu lanetlenmesi gereken adam hakkında bir film yapılıyor ve bütün dünya bu filmi hayranlıkla seyrediyor. Savaşı Almanya kazanmış olsaydı, Hitler üzerine böyle filmler yapılacaktı. Ya da Osmanlı kazansaydı, Talat Paşa hakkında. Böyle bir durumu canlandırmak çok zor ama gel gör ki eli kanlı bu ırkçıyı göklere çıkaran filmlerin ardı arkası kesilmiyor. Geçen yıl Churchill adlı filmi seyrettik, bu yıl önce Dunkirk, şimdi de En Karanlık Saat.

Fakat tarihe dalıp filmi es geçmeyelim. İngiltere Parlamentosu’nda Muhafazakar Başbakan Neville Chamberlain’in istifası isteniyor. Yerine muhalefetin kabul edebileceği tek isim olan (neden böyle anlamıyoruz) Churchill getiriliyor. Chamberlain ve Dış İşleri Bakanı Hallifax Hitler’le barış görüşmeleri yürütülmesinden yanayken Churchill, Hitler’e ellerini verirlerse kollarını da kaptıracaklarını düşünüyor. Söz konusu olan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun bekası; sömürgelerde kimin faşizminin geçerli olacağı... Almanın mı, İngilizin mi?

Film boyunca Churchill’i tek başına bir adam olarak izliyoruz. Arkasında güçlü bir kadın olan karısı Clementine (Kristin Scott Thomas) ve güçsüz bir kadın olan sekreteri Missis Layton (Lily James) var. Sekreter rolü için şöyle de diyebiliriz: İşkencecisine aşık bir kadın tipi. Churchill, hem severim hem de döverim tipi patronlardan. Film, bu Stockholm Sendromu vakasını da yüceltiyor.

Bu iki kadın dışında Churchill’in dostu yok sanki. Tabii gerçekler böyle değil. Churchill değil yalnız olan, Hallifax yalnız asıl. Ama tek başına, gücünü yalnızca halkından alan bir önder tipi çizmek faşizan popülizmin klasik yöntemi. Churchill acaba barış görüşmeleri mi yapsak yoksa savaşsak mı kararını fantastik bir sahnede alıyor. Filme göre, Churchill hayatında ilk defa metroya biniyor ve burada halka soruyor: Savaş mı, barış mı? Kadın, erkek, genç, yaşlı, Zenci, Beyaz herkes bir ağızdan “savaş” diyor! Propaganda sinemasının en banal, en faşizan üslubuyla çekiliyor bu sahne. Ve Britanya İmparatorluğu, Nazi Almanya’sıyla sonuna kadar savaş kararını böyle alıyor! Gücünü halktan alan yalnız, faşizan ve savaşçı lider size birilerini çağrıştırdı mı? İki iğrenç imparatorluğun savaşında, daha az iğrenç olan kahraman oluyor.

Film, Churchill’i, hayatında metroya sadece filmde bir kez binmiş bu adamı, bizden biri olarak algılatmak için elinden geleni yapıyor. Film bittiğinde akan yazılarda Churchill değil, Winston diye ilk ismiyle anlatılıyor Churchill’in maceraları. Winston şöyle yaptı, Winston böyle yaptı. Sanki mahalleden arkadaşımız!

İngiltere her yıl eski başbakan, eski kraliçe, eski kral, eski prenses birilerini bulup, allayıp, pullayıp filmlerle servis ediyor bize. Hepsi propaganda filmleri de en iğrenci buydu. Şimdilik. Ah, Gary Oldman’ın Churchill canlandırması için bir şeyler söylemek lazım herhalde. Oscar’ı alacak ne de olsa. Oldman’ı makyajının altında tanıyamadım. Fena değildi. Ama Mel Gibson’ın faşistliklerini savunan ve ırkçı olduğu söylenen bir oyuncu için belki de bu ırkçıyı canlandırmak zor olmamıştır.

***

en-karanlik-saat-fasizan-bir-film-422865-1.

Paramparça: Depolitize edilen tarih

Bu yılın Altın Küre Ödülleri’nin ikisinin de intikam peşindeki anneleri anlatan filmlere(3 Billboard ve Paramparça) gitmesi enteresan bir durum. İki filmin geçtiği yerlerde de ırkçılığın var oluşunu da ortak bir nokta olarak görebiliriz.

Fatih Akın daha önce de politik temalara el attı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vatandaşlarına yaşattığı Büyük Felaket’e dair yaptığı “Kesik”, western türüne kurban ettiği bir filmdi. Bu konuyu ele almasını zamanında takdir ederken etkisiz bir film çıkardığını da yazmıştım.

Akın, Yaşamın Kıyısında’da da politik bir karakteri ele almıştı. Yine inandırıcılıktan uzak bir karakterdi o filmdeki Ayten (Nurgül Yeşilçay). Ve Ayten’in hapisten çıkması , Batılı bir kadın tarafından sağlanıyordu.

Paramparça’da da Alman bir kadın, Kürt kocam eğer yaşasaydı, yani onun karısını ve kızını öldürselerdi ne yapardı diye düşünüyor ve onun yapacaklarını yapıyor. Bir Kürdün intikamını Batılı alıyor. Amerikalıların başta olmak üzere Batılıların YPG’ye Suriye’de verdikleri destekle, yani Batı’nın Kürtlerin mücadelesini bir anlamda üstlenmesiyle bu benzerlik sanırım tesadüfidir. Ya da bilinçaltı bir etkileşimdir. Fakat hem Yaşamın Kıyısında hem de Paramparça’da adaleti Batılı bireyin sağlaması, üzerine düşünülmesi gereken bir tema.

Paramparça’nın arkasında yaşanmış trajediler ve büyük bir skandal var. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin yarattığı çalkantıda, Almanya’da ırkçılık yükselişe geçti ve 200’e yakın yabancı 1990’larda öldürüldü. 2000-2006 yılları arasında ise Ceska marka bir tabancayla 8 Türk/Kürt, bir Yunanlı (Türk sanılarak) ve bir Alman kadın polis öldürüldü. Polis, başından itibaren bu cinayetlerin Türk/Kürt mafya içi hesaplaşmaları olarak değerlendirerek aileleri bir kez daha mağdur etti. Alman medyası Döner Cinayetleri adını takarak aşağılamayı sürdürdü. Geride kalanlar yakınlarını kaybetmenin yanı sıra, uyuşturucu, silah vs ticareti yapan mafya aileleri olarak görülmenin acısını yaşadı. Bombalamalar da oldu ama bu bombalamalarda ölen olmadı. Sonunda cinayetlerin kendilerine Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU- Nazionalsozialistischer Untergrund)diyen bir Neo Nazi örgütün işi olduğu anlaşıldı. Bütün bu süreçte, polis yetkililerinin bazı izleri yok ettiği, bir dedektifin olay sırasında cinayet mahallerinden birinde olduğu gibi skandal gelişmeler de yaşandı. Angela Merkel, bizzat mağdur ailelerden özür diledi.

Filmin sonunda çıkan yazılardan anlıyoruz ki, Paramparça, kullanılan tabancanın markasından dolayı Ceska cinayetleri de olan bu cinayetlerden esinleniyor. Ama gerçekte yaşananlarla pek alakası olmayan bir film Paramparça. Filmde öldürülen Nuri Şekerci (Numan Acar) adlı karakter, polisin mafyaya dair kuşkularını haklı çıkaracak bir şekilde eskiden uyuşturucu ticareti yapan biri olarak resmedilmiş. Polisin önyargısını bence sıfırlayan bir değişiklik bu. Ben de polis olsam, eski bir uyuşturucu satıcısının, başının mafya içi hesaplaşmadan belaya girdiğini düşünürdüm. (Bir ayrıntı: Şekerci soyadı bile İngilizcede Sugarman’e karşılık geliyor ki, anlamının uyuşturucu satıcısı olduğunu Searching for Sugarman (Bir Şarkının Peşinde) adlı belgeselden biliyoruz.)

Filmdeki yabancı cinayeti tekil bir olay gösterildiğinden ırkçı bağlama oturtamıyoruz. Hatta Nuri’nin Alman karısı Katja’nın (Diane Krüger), cinayetin faşistlerce gerçekleştirildiği sonucuna nereden vardığını da anlamıyoruz. Cinayeti diğer cinayetlere bağlayan ortak silah (Ceska) da yok filmde. Ölüme bir bomba neden oluyor, oysa çivi bombasıyla ölen kimse yok, bırakın tanınmayacak kadar paramparça olmayı. Caniler birdenbire yakalandığında da polisin onlara nasıl ulaştığını anlamıyoruz. Bunu anlamadığımız için mahkeme sonunda nasıl beraat ettiklerini de anlamıyoruz. Basının yoğun ilgi gösterdiği gerçek davanın yerini basının hiç ilgisinin olmadığı küçük, karikatür bir dava almış. Nazilere dair dosyaları yok eden ya da olay sırasında cinayet mahallinde bulunan memurlar da yok. Mahkemelerde yakınlarının öldürülmesinin hesabını soran Kürtler veya Türkler de yok. Bütün bunların ardından sistematik ırkçılık tamamen gizlenmese de sonuçta suçlu sanki hukuk devletiymiş gibi bir durum çıkıyor. Filmde Frankenstein’ın üvey kardeşi gibi görünen bir davalı avukatının olması da filmi açıkçası komikleştiriyor.

Cinayetleri işleyen Nazilerin, Hitler hayran olmaları dışında bir özelliklerini öğrenmiyoruz. Onlar kötüler, o kadar. Politik bir konu depolitize oluyor. Ve ortaya bir intikam hikayesi çıkıyor. Fatih Akın herhalde, adaleti kendi elinize almanız gerekiyor gibi, faşizan bir mesaj vermek istemiyordur. Ama ne demek istiyor anlamak zor. Gerçekte filmdeki Alman Türk/Kürt, karışık aileler de yok kurbanlar arasında. İntikam peşine düşen Alman kadın fikri nereden çıkmış merak ediyorum.

Ama bu bir belgesel değil, bir konulu film. Yönetmen de istediği gibi değiştirme hakkına sahip yaşananları. İyi ama sonuç ırkçılığın, faşizmin daha çok teşhir edilmesine ve lanetlenmesine yaramıyor. Aksine üstünün örtülmesine yarıyor. Tuhaf bir intikam filmi çıkıyor ortaya. Bu filmin bu noktalara gelmesi de tuhaf. Fatih Akın da Altın Küre’de ödülünü alırken şaşkınlığını gizlememişti. “Law&Order” dizisinin herhangi bir bölümüne benzetilen bir filmin hakikaten de Oscarlarda ilk dokuza girmesini ve Altın Küre almasını açıklamak zor.

***

Babasının Kızı: Bir Kopuş Hikâyesi

Babasının Kızı yönetmen Melisa Üneri’nin babası Cengiz Üneri’den kopma sürecini anlatan bir belgesel. Filmi bilgisayardan seyredeli çok oluyor ama son zamanlarda seyrettiğim birçok filmden daha çok aklımda olduğunu söyleyebilirim. Bu biraz geç kalmış kopuş hikayesi, baba-kız, kız-babaanne ilişkilerine daha önce başka filmlerde görmediğim kadar içerden ve samimi bir bakış getiriyor. Finli annenin uzun zamandır sahnede olmadığı bu iki kişilik ailenin maceralarını kesinlikle kaçırmayın!