‘Bir Nefes Gibi’ metaforlarla örülü, geçmişe yolculukla, bir iç hesaplaşmanın romanı. “Korktuğumuz şeyleri uzaklaştırmak için yapabileceğimiz tek şey, onları anlatmaktır” diyen Ferzan Özpetek, hikâye anlatmayı seviyor ve iyi ki de anlatıyor

En uzağa giden gece trenine bir yolcu

ÜMİT AYKUT AKTAŞ

Ferzan Özpetek’in 2014 yılında yayımlanan ‘İstanbul Kırmızısı’ ve 2015’te yayımlanan ‘Sen Benim Hayatımsın’ adlı romanlarından sonra üçüncü romanı ‘Bir Nefes Gibi’, mayıs ayında yayımlandıktan bir ay gibi kısa bir sürede yüz bin okura ulaştı İtalya’da. Türkçeye Can Yayınları tarafından Neval Barlas çevirisiyle kazandırılan roman, haziran ayında okurla buluştu.

Kitaptaki ilk mektup 23 Ekim 1969 tarihinde İstanbul’dan gönderilmiş olsa da 2019 tarihli son mektupla açılıyor roman. İtalya’da yaşayan Giulio ve Elena çiftinin, ömürlük dostları Leonardo-Annamaria ve Sergio-Giovanna çiftlerini konuk ettiği, özenilerek hazırlanılmış yemek davetinde yaşanan gizemli olaylarla, geçmişten gelen mektuplara geçişler arasında yol alıyor. Elsa Conforti’nin ablasına yazdığı mektuplar aslında bir gün okunur umuduyla kaleme aldığı monologlar. Geçmişte o evde kısa bir süre ikamet etmiş olan aynı zamanda mektupların da sahibi olan, yetmişli yaşlardaki Elsa, ansızın kapılarını çalıveriyor çiftimizin. Elsa’nın evin yeni sahiplerine anlatacakları, geçmişte yaşananları asla zihninden silemediği için, yıllardır görmediği ablası Adele Conforti’ye, söyleyemeyip biriktirdikleri var. Davetsiz misafir önce şaşkınlık yaratıyor, ardından da önlenemeyen bir merak duygusu. Zaten yemyeşil gözleri, petrol mavisi elbisesi ve kehribar rengi kolyesiyle geçmişten kopup gelen Greta Garbo ya da Marlene Dietrich belki biraz da Audrey Hepburn etkisi yaratmayı başarıyor ev sahipleri ve davetlilerde.

METAFORLARLA ÖRÜLÜ HESAPLAŞMA

Roma ile İstanbul, şimdiki zaman ile geçmiş arasında gidip gelen romanda, en sevdikleri parfüm bile aynı olan, birbirine ikiz kardeş kadar bağlı olan abla kardeşin, çok derin ve yaralayıcı bir yol ayrımından sonra yaşamlarının nasıl da farklı yönlere savrulduğu anlatılıyor. Adları ‘Güzel Kardeşler’ e çıkan, dışarıdan tek kişi gibi görünen, Elsa ve Adele, pskiyatrik sorunları olan, acımasız annelerinin, dayattığı kimliksizlik ve baskı, üzerlerinde ciddi travmalar yarattığı gibi, eşi yüzünden sürekli dışarıda olmayı seçen subay babayla bağlarını da büyük ölçüde koparmalarına neden oluyor. Hatalı partner seçimlerinde bu incinmelerin katkısı da yadsınamıyor elbette.

‘Bir Nefes Gibi’ metaforlarla örülü, geçmişe yolculukla, bir iç hesaplaşmanın romanı. Fakat evde bulunan çiftler arasında da yanıtlanması gereken sorular, roman ilerledikçe oluşan şüpheler ve ilişkilerini sorgulamalarına neden olacak bir takım gelişmeler de olmuyor değil.

Ferzan Özpetek filmlerinde gözümüze ve ruhumuza aşina olan, iştahla anlatılan hünkârbeğendi tarifi, Beyoğlu’nda kopara kopara yenilen mis gibi susam kokan İstanbul simidi ve o çok sevdiğimiz kalabalık ziyafetler farklı sayfalarda bizleri yine selâmlıyor.

YARGILAMAYAN NEZAKET

Venedik İstasyonu’nda ‘En uzağa giden tren?’ sorusuyla başlayan geçmişe yolculuğumuz; ahşap, ipek ve kadife kaplı lüks kompartımanlı, yumuşacık koltuklu Doğu Ekspresi, Sirkeci Garı, eski Beyoğlu, şık gümüş tabakaya konulan filtresiz Bafra sigaraları, İzmir Oteli, Pera Palas, Büyük Londra Oteli, kırmızı kadife koltuklu Emek Sineması, Fellini filmleri, parizyen tarzı ışıl ışıl Nişantaşı butikleri, sim ve dore işlemeli gece mavisi elbiseler, kadınların kıyafetleri kocalarının ihanetleri odakta olan gösterişli gece davetleri, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Kanlıca yalıları, Harem, İstiklâl Caddesi üzerinde Olivya Geçidi’ndeki RejansRestaurant da yapılan evlenme teklifleri, yetmişli yılların ateş kırmızısı Chevrolet Corvette Stingray’in gürültülü motoru, tarçın ve safran kokan cıvıl cıvıl sokaklarla birbirini takip ediyor. Sürekli toplanan bavullar, gidilen oteller, göçebelik hali, hiçbir yere ait olamama durumu metnin dokusuna işlemiş durumda. Tüm flörtözlüğüne, asiliğine, arzu nesnesi olmayı kabullenişine, elde avuçta tutulamazlığına rağmen Elsa’nın zihninden görüyor, kavrıyor ve bir şekilde ondan yana çıkıyoruz, en azından ben de öyle istiyorum sanırım. Zaten kitap da yargılamayan ama dinleyen bir nezaketi salık veriyor. Daha sonra söze doğuştan gelen bir hikâye anlatma yeteneği olan Adele Conforti giriyor ve bu sefer de onun cephesinden yaşıyoruz geçmişi. Testaccio’da, taze bir ölümün ve içilen ikindi konyaklarının ardından, dillenen ve dinlenen geçmişe tanıklık ediyoruz.

“Bedensel zevklerin hükmettiği ve arzu dolu bakışların buharla karıştığı küçük krallığımda yeni bir iç huzura kavuştum sanırım” diyen Elsa, Aynaların Sultan Hamamı’nı satın almakla kalmıyor, mekânı da içselleştiriyor. “Hamamlar, buharın bedenlerle birlikte örf ve adetleri de yumuşattığı kendine has mekânlar.” Hamam, belki ait olmanın huzuruyla, ana karakterimizin bedenini de ruhunu da yumuşatmayı başarabiliyor.

SİNEMA DİLİNİN SÜRÜKLEYİCİLİĞİ

Romanda, dışarıdan gelen yabancı bir romantizmle, oryantalist bir bakış hâkim değil, zira yazar hem Türkiye’ye hem de İtalya’ya tam içeriden bakabiliyor. “Roma’ya âşığım: Yüreğimin diğer yarısının attığı İstanbul’un soluğu var onda”sözü de boşuna değil.

Milliyetçi sağın pek iç hesaplaşmaya yanaşmadığı 6-7 Eylül Olaylarına da ufak göndermeler yer alıyor Elsa’nın mektuplarında, sıklıkla aşk ile gücü birbirine karıştıran bazen de yüzüne gözüne bulaştıran yakışıklı erkekler de, 1970’lerden günümüze uzanan bir İstanbul yaşantısı da…

Yan karakterler o kadar çok ki bu romanda, en akılda kalanlar: Sevimli aile dostu Dario, her fırsatta boğazını düşünen toparlacık Giustina Hala, sevgililer, sevgililer… Kırık kalplar koleksiyoncusu, sado mazoşist Vittorio bunlardan sadece bazıları… Karşı Pencere’de söylendiği gibi ; “Giden herkes sende kendinden bir parça bırakıyor.“

Gerilim ustalıkla tırmandırılıyor, Özpetek merak duygusunu finale kadar kurguya incelikle yedirebilmiş, bu kadar çok karakterin olduğu bir romanda gerçekten de zor bir işe soyunmuş ve kurgu açısından en iyi romanı olduğunu düşünüyorum.

Aynı cinsiyettekilerin aşkları, yasak aşk, tutku, kız kardeşler, İstanbul’a özlem, geçmişle hesaplaşma, kalabalık ziyafetler Ferzan Özpetek’in filmlerini, romanlarını bilenler için uzak olmayan temalar.

Romanda çoğu detay başarıyla gözümüzde canlandırılıyor, kitaptaki sinema dili ve sinematografik yapının metnin bu denli sürükleyici olmasında katkısı büyük. ‘Bir Nefes Gibi’ romanını çok kısa süre içerisinde beyaz perdede izleme olanağı bulabileceğiz diye düşünüyorum. Fakat her şey bir yana, okuyucunun da hiç bilmediği son bir mektup daha olmalı mıydı acaba sorusu da aklıma takılmıyor değil doğrusu. “Korktuğumuz şeyleri uzaklaştırmak için yapabileceğimiz tek şey, onları anlatmaktır.” Yazarımız hikâye anlatmayı seviyor ve iyi ki de anlatıyor.