Kış bitse de doya doya güneşi içime çeksem. Güneş hava mı ki içe çekilsin? Çekiliyor ama, daha bir aydınlık olabiliyor insanın içi. Yaz olunca da, şöyle yağmurlu bir serinlik olsa da derin bir uyku çeksem diye hayal kurmuyor değilim. Balıkçılar kahvesinde oturmuş, masanın üzerindeki kitapların arasından kabaran denizi izliyorum. Yan masadaki balıkçıların konuşmalarını dinliyorum bir […]

Kış bitse de doya doya güneşi içime çeksem. Güneş hava mı ki içe çekilsin? Çekiliyor ama, daha bir aydınlık olabiliyor insanın içi. Yaz olunca da, şöyle yağmurlu bir serinlik olsa da derin bir uyku çeksem diye hayal kurmuyor değilim. Balıkçılar kahvesinde oturmuş, masanın üzerindeki kitapların arasından kabaran denizi izliyorum. Yan masadaki balıkçıların konuşmalarını dinliyorum bir yandan, ekonomiden seçimlere, hastalıklardan hava durumuna bir dolu endişe… Yaşadığımız ülkede endişelenmeden yaşamak mümkün değil, ama bu endişe konusu fena halde karışık ve ilginç bir konu.

Öyle insanlar vardır, endişeleri her şeyin üstündedir. Endişelenmeyi bıraktıklarında boşluğa düşmüş gibi hissederler. Sürekli hastalığından şikâyet eden biri, iyileştiğinde neyden bahsedecektir artık, geçmişteki hastalıklarından belki. Ya da sürekli sevgilisiyle sorunlarından konuşmak isteyen biri, belki de konuşacak daha önemli bir şeyi olduğuna inanmıyordur. Hastalık hastalığı, yani hipokondriyazis ya da literatüre Münchausen sendromu diye geçen rahatsızlık da endişeye duyulan ihtiyaçla benzerlik gösterir. Münchausen sendromunu yaşayan biri, bir hastalığın her tür belirtisini taklit edebilir, hatta kendisine bilerek zarar verebilir hastaneye yatmak için. Ameliyat olmaktan, organlarını kaybetmekten korkmaz hiç. Bütün amacı, gerçekte duygusal bakım sağlamaktır.

Lacan’ın altını çizdiği gibi, danışan tam tersini söylese de gerçekte semptomlarından kurtulmak için değil, artık eski işlevini görmeyen semptomlarına yeniden kavuşma arzusuyla psikoterapiye başvurur genellikle. Psikoterapinin çetrefilli bir sürece dönüşmesi de değişime karşı gelişen bu bilinçdışı dirençlerle ilgilidir. Kimse, Freud’un belirttiği gibi ikame de olsa yaşamda doyum sağladığı şeyden kolay kolay vazgeçmez, ona zarar verdiğini bilse de…

Adam Philips, endişenin, diğer psikolojik semptomlar gibi zamanın akışını durdurmaya yaradığını yazmıştı. Aklıma nedense, Vedat Türkali’yi ölmeden önce ziyaret ettiğim gün geldi. Sadece ülke meselelerini konuşmuştuk, endişelerini anlatmıştı uzun uzun. Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı da hastane odasında ziyaret ettiğimde, benzer şekilde ülkeyle ilgili endişelerini anlatmıştı, nasihatler vermişti. Bunu, hakiki aydın oluşlarıyla ilişkilendirmiştim, eminim öyledir ama bir yanıyla da zamanı durdurmak istemiş olamazlar mı?

Dostoyevski’nin kumar tutkusu da belki bu açıdan benzerlik taşır. Yaşamının belli dönemlerinde kendisini kumara kaptırmasının nedenleri üzerine düşününce, kumar oynarken yaşadığı endişe ve o endişeden aldığı haz, “Kumarbaz”da yazdığı gibi sorunlarından kaçmaya yarıyordu belki, zamanı durdurarak? Kumar oynayan biri, zamanı unutur genellikle. Henri Troyat, Dostoyevski’nin kumar oynarken yaşadığı hazzı şöyle yazmış biyografi kitabında: “Çarçabuk anlıyor ki, kendi kendisine yalan söyleyemez artık: Oyun ilgilendiriyor onu sadece. Oyunu oyun için seviyor. Fırlatılan top, yansıların bir baş dönmesi içinde bakışları ardından sürüklüyor, siyah, kırmızı, çift, tek, kazanç ya da kayıp… İşte o, endişenin bu en şiddetli dakikası için yaşıyor artık. Tüm yaşam, tekerleğin dönüşünde asılıdır. Sevinçle üzüntü ölçüsüzce sıkıştırılmıştır. Çok keskin bir heyecan yarıp geçiyor onu. Ter içinde kalmıştır. Titriyor. Artık hiçbir şey düşünmüyor.” Olağanüstü bir haz yaşıyor Dostoyevski, kolay kolay nasıl vazgeçebilir kendisine zarar veren bu tutkusundan? “Kumarbaz” adını vererek yazdığı roman, belki de bir tür otoanaliz olarak düşünülebilir; kumardan aldığı hazzı, bilinçdışını çözümlemesine yardımcı olan yazma arzusuyla ikame etmiş olabilir.

Endişelerin hayali yatırımlarla, hazla, başarısızlıklar ve kaçışlarla, daha önemlisi zamanı ve düşünceyi durduran yanlarını düşünmek, belki de asıl endişe kaynağımız olmalı…

Hava bozdu, kar geliyor…