Mevcut piyasa kurullarındaki 3 koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. Yani “Tüm iktidar sermayeye” dediler.

Enerjiden her türlü kâr etmek

Enerji politikaları, enerji sektörü neye dönüşüyor? Bu sorunun cevabı tıpkı diğer politikalar gibi izlenen kalkınma stratejisinden bağımsız olamaz. Bu strateji dünya işbölümüne nasıl entegre olduğunuza, nasıl bir süreçle katıldığınıza bağlı. Örneğin 80 öncesindeki katılım, ithal ikameci bir sanayi stratejisi, içeride yerli kaynaklara dayalı sanayiyi geliştirme, ara malları ve yatırım malları ile süreci tamamlayıp dışa açılmaydı. Bundan sonraki küreselleşmeyle başlayan sermaye birikim sürecine ise post Fordist sermaye birikim modeli diyoruz. Yani sistem krize giriyor, çevre ülkelerdeki Fordizm borç krizinin içine girildiğinden tıkanıyor. Bu sağcı iktidarlar rejiminde Türkiye ara malları sürecini tamamlayamadan kendisini bir anda dünya ekonomisine eklemlenmiş buldu. Zorunlu bir şekilde ihracatla karşı karşıya kaldı. Yani düşük katma değerli sektörlerle dünya ekonomisine entegre oldu. Borç krizi içerisinde olduğundan kendi tercihiyle değil dayatmaya bağlı bir şekilde entegre oldu.

Bu dayatmanın ismi Washington Uzlaşması; aslında uzlaşanlar da IMF ile Dünya Bankası. Dayatma dediğimiz de bedava olmuyor, yani koşullu borçlarla oluyor. Şunları bunları yaparsan sana şu paraları veririm, benim istediğim dünya ekonomisine eklemlenme biçimine onay verdiğin için senin bu politikalarını finanse ederim şeklinde. 24 Ocak Kararları ile başlayan süreci tekrar hatırlamak gerekirse burada üçlü bir yapı önerdiler. Bu yapıların ilki mali disiplin sağlanarak bütçenin küçültülmesi eğitim, sağlık, enerji gibi kamusal hizmetlerin ticarileşerek özel sermayeye açılması. İkincisi piyasayı kısıtlayan, düzenleyen kuralların(regülasyonların) kaldırılması (kuralsızlaştırmaya-de-regülasyona gidilmesi). Yani taban (destekleme vb.) ve tavan (kira kontrolü vb.) fiyatı uygulamalarını kaldırılması. Sokaktaki kişiye tercümesi şudur: Saldım çayıra Mevla’m kayıra. Üçüncüsü ise KİT’leri özelleştirmesi.

Bu Washington Uzlaşması döneminin enerjiye yansımaları 1982 ile 2000 arası neoliberal yapılandırmanın birinci evresinde başladı. Enerji için ise kırılma noktası 80’lerin liberalizasyon politikaları altında, özel sektör yatırımının teşviki ve özelleştirmeyle başladı. Yap işlet devret modelleri hemen devreye alındı. Merkezi refah devletinin o tekli yapısı parçalandı; TEK üretecek TEK dağıtacak modelini bitirdiler. Bunlar Washington Uzlaşması’yla dizayn edildi. Bir bir sıralanmış işler takvimine uymanız koşuluyla size paralar verildi. Mesela TEK’i özelleştirmezseniz, ilgili yasaları düzenlemezseniz, parlamentonuzu sermayenin emrinde çalıştırmazsanız bu paraları alamazsanız dediler. 2001 ve sonrasında bu yapılanma bazı ülkelerde krizler, yolsuzluk ve yoksulluk yarattı. Sistemin kendisi yolsuzluğu ve yoksulluğu yaratıyor; hatta yolsuzluğu yaratanlar da bu çok uluslu şirketlerin yöneticileri, onların çocukları, önemli siyasi simalar, onların eşi dostu. Yani akrabalık ilişkilerinin devreye girdiği eş dost kapitalizmiyle sermayeyi tabana yayıyoruz adı altında blok satışlarla yeni zenginler yarattılar.

***

İkinci evresinde Post Washington Uzlaşması mecburen gündeme geldi, çünkü sistem krize girdi. Normalde olması gereken krizi yaratanlara krizi çözdürmemek. Bir doktor bir kişiyi hasta ettiyse o doktordan reçete istenmez. Ama iktisatta bu böyle olmadı, sermayenin talepleri söz konusuysa sistemi batıranlar, sistemi krize sokanlar aynı zamanda sistemi yeniden krizden çıkarmanın reçetesini yazmakla görevlendirildiler. Post Washington Uzlaşması, Washington Uzlaşması’na karşı bir seçenek değil, onu genişleten, aksayan yönlerini düzelten bir süreç oldu. Piyasanın aktörlerini dahil ettikleri düzenleyici kurullar oluşturdular, yani siyasetçileri ekonomiden ayırdılar. Yönetişim diye bir ilke getirdiler, buralara STK’ları her karar mekanizmasını kapsayacak şekilde yerleştirdiler, her koşulda özel sermayenin bizzat doğrudan temsilcilerini koydular ve bürokrasiyi akredite ettiler. Yani Merkez Bankası’nın başına ya da TEDAŞ’ın başına uluslararası sermayenin onay verebileceği kişiyi koydular. Bu sivil toplum kuruluşlarının uluslararası finans kaynakları yoksa bu dernekler kendi yağlarıyla kavrulamaz. Ne oluyor peki? Sermaye Tabanlı Kuruluşlara dönüşüyor. Yani oluşturulan kurullardaki koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. “Tüm iktidar sermayeye” dediler yani.

***

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu kuruldu, böylece yönetişim modeli gündeme geldi ve sermaye temelinde bir kaynak tahsisini teminat altına almış oldular. Eskiden piyasa devlet karşıtlığı vardı, artık öyle bir devlet yapısı oluşturuldu ki devlet piyasanın taleplerine cevap veren bir tüzel kişiliğe dönüştürüldü. Yani tüm kararların sermaye lehine alındığı piyasa dostu bir devlet yapısı oluşturulmuş oldu.Devletin sermayeye yönelik yol açma çabaları da hâlâ sürüyor. Mesela günümüzde devletin temiz enerji, dönüştürülebilir enerji teşviki var ama yine özel sermayeye yönelik. Bu teşviki yapan aynı devlet bir yandan da yayımladığı kalkınma stratejisinde fosil yakıta dayalı sanayileşme girişimlerini de sürdürüyor. Şöyle bir şirket düşünün mesela iki tane alt şirket kuruyor bir tanesiyle kömür işleriyle uğraşıyor negatif sübvansiyon olarak değerlendirilen teşviklerden yararlanıyor, diğeriyle de temiz enerjiyle uğraşıyor yine bu tür bir enerjiyi teşvike yönelik kredilerden faydalanıyor. Yani bu tür kapitalistler çevreyi kirli enerji üreterek kirletirken de kazanıyor temiz enerjiyi üretirken … Sermaye dostu devlet bu bonkörlüğü kimin parasıyla yapıyor? Pek tabii ki kamunun parasıyla.

Türkiye “Net emisyon sıfır” sözü verdi. Sıfır emisyon demiyor, net emisyon sıfır diyor. Bu şu demek sıfır emisyon dersen biz büyümeyi vs. bir kenara bıraktık, kriz varmış gibi üretim yapmaktan geri çekiliyoruz anlamına geliyor. Ama net emisyon sıfır diyerek şunu yapıyor, üretime, sürdürülebilir büyümeye devam edeceğiz, ama karbondioksit salınımını geri alacağız. Oysa kapitalist bir dünyada böyle bir üretim modeli mümkün değil, kapitalizm böyle bir şey üretemez. Çünkü dönüştürülebilir, temiz enerjiye geçişte o enerjinin üretimi kaçınılmaz olarak karbon salınımına neden olacak araç ve gereçleri zorunlu kılacağı için bu tür bir üretim süreci ekolojik yıkıma yol açacak. Dolayısıyla net emisyon kaçınılmaz olarak pozitif olacak. Çünkü temiz enerji üretiminde kullanılan araçların üretiminin yol açacağı karbondioksit salınımını geri alınması tüm iddialara rağmen mümkün görünmüyor. Yani “Net emisyon sıfır” sözü bir vaatten öteye geçemiyor.

Dolayısıyla yeni yeşil ekonomik düzen güya 1930 krizindeki Keynes’in ya da Roosevelt’in yeni düzenine nazire yapıyor. Keynes’in kurtuluş reçetesi kapitalizmi rehabilite etmeye yönelik bir reçeteydi, bu yeni yeşil dönüşümler de benzer şekilde aynı hedefe yönelik. Sözü edilen “Net emisyon sıfır” hedefi ekolojik krizi yaratan sebepleri ortadan kaldırmıyor, erteliyor, yöntemler buluyor, yapılabilir kılıyor. Bunun adil geçiş senaryolarını yapsanız dahi sonunda kamu kaynağına başvurma gereği doğuyor.

Bu yeni yeşil dönüşüm arayışlarından ilki AB’de bir mutabakata bağlandı. 11 Aralık 2019 tarihinde AB' de kabul edilen Yeşil Mutabakat gereği AB’de kömür yakıtlı santrallerin devre dışı bırakılmasına yönelik somut bir takvim belirlendi ve uygulamalar süratle devreye sokulmaya başlandı. AB’de gündemde bu iken, Türkiye’de ise tam tersine bu tür santrallerin verilen teşviklerle giderek yaygınlaştırılması politikasının ısrarla sürdürüldüğü ortaya çıktı. Türkiye’nin enerji politikalarını belirleyen resmi belgelerde (Kalkınma Planı, OVP ve Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programları) mevcut iktidarın bu gelişmeye kayıtsız kaldığını gösteriyor. Örneğin 11. Kalkınma Planı 2019’da yayımlandı, dünya yeşil dönüşümü tartışıyor ancak planda bu tartışmalara gönderme bile yok. Bu vurdum duymazlık 1,5 yıllı aşkın bir gecikmenin ardından Yeşil Mutabakat Eylem Planı adı verilen bir genelge ve ardından gündeme getirilen Yeşil Mutabakat Eylem Planı ile aşılmaya çalışılıyor. Yeşil mutabakat daha sonra bu yılın OVP (2022-2024) ve 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’dan oluşan iki resmi belgeye taşınıyor. OVP’de Yeşil Mutabakat Eylem Planında yer alan hedef ve eylemler de dikkate alınarak Politika ve Tedbirler belirleniyor ama Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nın enerji ve madencilikle ilgili sektörler bölümünde yer alan ne mevcut durum değerlendirme kısmında ne de politika ve tedbirler kısmında OVP’de sözü edilen Yeşil Mutabakat Eylem Planı çerçevesinde belirlenen Politika ve Tedbirlere bir gönderme yapılıyor. Bilindiği üzere,07/10/2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 7335 sayılı Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanunla Türkiye Paris Anlaşmasına taraf olmuştu. Benzer şekilde, aynı programda enerji ve madencilikle ilgili sektörler bölümünde söz konusu anlaşmanın onaylanmasını uygun bulan yasanın öngördüğü politika ve tedbirlere de gönderme yapılmıyor. Alelacele Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nın hazırlanması ve Paris İklim Anlaşması’nın onaylanmasının gerisindeki saik buralardan gelecek taze fon beklentisi. Emin olunuz fiili bir fon akışı söz konusu olsaydı, İstanbul Sözleşmesi’nden de kesinlikle çıkılmazdı. Ancak bu fon beklentisi gerçekçi değil. Çünkü iç hukuk düzenlemelerine rağmen politika tedbirleri AB’nin istediğinin çok çok gerisinde. Özel sektör temsilcileri ise daha istekli ve hazırlıklı. Örneğin TÜSİAD biraz bu yeni kâr alanlarının kokusunu aldığından olsa gerek bu noktada daha fazla bastırıyor, hazırladığı raporlar ve çalışmalarla bir yol haritası önererek ön almaya çalışıyor. Ancak kamu gereğini yapmadığı sürece özel sektörün çabası yeterli değil. Bu durumda enerji sektöründe, iktidar çevreleri tarafından yaratılan yeşil dönüşüm doğrultusunda bir değişim beklentisi gerçekçi gözükmüyor.

Gerçekçi olmayan bir diğer öngörü daha söz konusu. Bu öngörü 2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda dile getiriliyor. Söz konusu programda keşfedilen 540 milyar m3’lük doğal gaz keşfiyle birlikte enerji dinamiklerinin değişme sürecine gireceği tahmin ediliyor. Bu rezervin ve denizlerimizde bulunması muhtemel yeni rezervlerin üretime geçmesiyle birlikte, enerjide dışa olan bağımlılığının, cari işlemler ve dış ticaret açıklarının olumlu yönde etkilenmesi bekleniyor. Nitekim bu beklenti cari açık öngörülerini de olumlu bir şekilde etkiliyor. OVP’de cari açık 2021’de, yüzde 2,2’lik bir oran ile başlıyor; dönem sonu 2024’te yüzde 1,0’lık açıkla son buluyor. Oysa bu öngörü Türkiye ekonomisinin geçmiş bulgularıyla çelişiyor. Sermaye hareketlerinin serbestleştiği 1989’dan bu yana ekonomik büyüme, daima cari işlem açığına yol açmıştır.AKP iktidarının yüzde 5’lik büyüme eşiğini geçtiği sekiz yılın (bu yıl da dahil) ortalama cari açık / GSYH oranı da yüzde 5,05’dir. 5’lik büyüme eşiğinin aşılacağı 2023 ve 2024 yıllarında yüzde 5,5’lik büyüme oranına nasıl olup da yüzde 1,5 ve 1,0’lık bir cari açık / GSYH oranı ile ulaşıyor sorusuna OVP’de bir yanıt verilmiyor. Bu tespitler ışığında, dışa olan bağımlılığın yüksek düzeyde olduğu enerji sektörünün mevcut durumunda söylem değişikliğine rağmen bir dönüşüm gerçekçi gözükmüyor.