Ekonomide doğru teşhis doğru sonuçlar verir. Türkiye’de ise uzun bir dönemdir belli sonuçlar uğruna bir takım teşhisler üretildiğini izliyoruz. Bu uğurda ‘yeni iktisat bakış açıları’ bile icat ediliyor. Ne var ki doğru teşhisi kurabilmek için ekonominin bizlere sunduğu verileri doğru okumak, bütünlüklü incelemek önemli. Zira verilerin önemli bir özelliği, bir olayı dilediğiniz şekilde yorumlamaya dönük manipülasyona da açık olmalarıdır. Doğru teşhis-doğru sonuç ile sonuca göre teşhis arasındaki ince çizginin hangi tarafında olduğunuz, iktisat politikalarını ne için ve kimler için ürettiğinize göre değişir.

Son günlerin dikkat çekici verisi olan enflasyonu ele alalım. Aylık bazda tüketici fiyat endeksi Ağustos ayında %2.30 artarken, Eylül ayında %6,30’luk çok yüksek diyebileceğimiz bir artış gösterdi. Bu hızlı ve ani artış trendi Ekim ayında biraz kırılarak %2,67’ye indi ve Kasım’a geldiğimizde eksiye dönüşerek %1,44’lük azalmaya doğru yön değiştirdi. Bu yön değiştirme, enflasyona neden olan yapısal sorunların çözümüyle değil; enflasyon ile mücadele kapsamında yapay fiyat indirimleri, vergi indirimleri ve benzindeki düşüşle sağlandı. Diğer taraftan üretici fiyatları da aylık bazda %2,53 oranında geriledi ve bu gerilemeye en fazla katkı petrol fiyatlarındaki gerilemeden geldi. Aylık bazda yaşanan bu gelişmelerin ardından TÜFE yıllık bazda %21,6; ÜFE ise %38,5 olarak gerçekleşti.

Enflasyonda son ayda yaşanan gelişmeler az da olsa iyimserliğe yol açsa da, olan bitene bütünlüklü baktığımızda ortaya çıkan görüntünün çok da iyiyi yansıtmadığı açık. Gündelik yaşamda gözlenen fiyat artışları, açıklanan enflasyonun epey üzerinde yer alırken, enflasyonda kağıt üzerindeki gerileme de aynı şekilde sokakta gözlenmiyor. Bunun nedeni ise şu, toplumun en büyük bileşeni olan emekçilerin tüketim sepetleri ağırlıklı olarak gıda, konut gibi mal ve hizmetlerden oluşmaktadır. Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesimin bütçesinde ulaşım, giyim ve ayakkabı, eğlence ve kültür, eğitim, ev aletleri ve mobilya gibi ihtiyaçlara daha fazla yer verilirken, en yoksul yüzde 20’lik kesimin bütçesi neredeyse tamamıyla gıda ve yakıt giderlerinden oluşuyor. Hal böyle olunca, örneğin Kasım ayında gözlenen gıda fiyatlarındaki görece yükseklik açıklanan enflasyona yansımıyor. Kasım ayındaki gerilemeye en fazla katkı sunanların gıda ve enerji dışı ürünler olması, rakamsal örnek vermek gerekirse, pirinç, buğday, ekmek ve süt gibi ürünlerde fiyat artışı hız kesmeden devam ediyor olması enflasyondaki temsil sorununu ortaya koyuyor.

Diğer taraftan üretici ve tüketici fiyat değişimleri arasındaki makas hala oldukça açık. Bu, tüketici fiyatlarının yönünün yukarı olduğunu, üretici tarafında yaşanan artışın tam olarak tüketici fiyatlarına yansıtılmadığını ortaya koyuyor. ‘Enflasyon ile mücadele’ gibi geliştirilen günü kurtarmaya dönük stratejilerin, tüketicilere yansıyacak olan bu fiyat artışını sadece ertelemekle yetineceği unutulmamalıdır. Örneğin, %10,35 ile başladığımız 2018 ayını yüzde 22’lerde bitiriyor olmamız, hatta analizi daha doğru bir yerden kurmak adına 2013’teki %7,3’lerden bugün bu noktalara geldiğimizi unutmamak gerekiyor.

Analizi buradan kurduğumuzda, fiyat artışlarındaki frenin suni bir fren olduğu netleşiyor. Bunu görmek önemli çünkü 2018 yılı Aralık ayında çıkacak ortalama enflasyon, milyonlarca işçinin geliri olan, emekliler ve özel sektör çalışanlarının maaşlarını etkileyen asgari ücretin 2019 yılındaki seviyesini belirleyecek.

Dolayısıyla başa dönersek, ince çizginin neresinde yer alacağımıza karar vermek adına enflasyondaki iyimserliğin doğru olmadığını ve toplumu hayat pahalılığından kurtarmak adına ücret artışlarının en az gıda fiyatlarındaki artışa denk olacak şekilde belirlemenin elzem olduğunu anlamak gerekiyor.