İnsan tuhaf mahlûkat! En derin çelişkisidir öleceğini bilerek yaşamak. İşte bu yüzden sırf bu yaşamanın bir anlamı olsun diye türlü çeşit sıkıntılara girer. Sonra kendi yarattığı anlam ağında çırpınır durur, ayrı mevzu. Kimi içki içer. Kimi türlü çeşit ot mantar bulur onu yer. Kimi kafayı dine sarar. Kimi zikir de bulur çareyi. Kimi soyunur buzlu sulara girer. Kimi kendini dallara asar çıplak. Kimi Ferrari’sini satar, kimi Tibet’e gider. Herkesin kendine göre bir fedakarlığı var. “Tibet’e gittim! Niye? İçimde bir sıkıntı vardı! Tibet’e gittin ne buldun peki? Kafamın ve kalbimin içinde olanı! Yani bizzat kendi içimde olan. Santimle ölçülmeyecek kadar bana yakın olanı”. Zira nereye gidersen git, göz orada olmayanı görmüyor işte. Diğer yandan “Allahım, madem içimdekini bulacaktım niye bu kadar yol teptim?” sorusu memleketim insanına has mıdır? Hepsi insana ait bu tuhaflıkların. Ve hepsi bir o kadar insanca.

Uzatmadan mevzuya gelelim. Malum son zamanlarda davetli davetsiz misafirler memleketin Tibeti’ne merak sardılar. “Gidip orada kendilerini bulup geliyorlar” diyeceğim tam teşhis olmayacak. Zira vicdanları ile, ve kaldı ise kendileri ile olan, mesafeleri o kadar açılmış ki, oraya gidip kendilerine ısmarlanmış olanı bulup geliyorlar. Suriye meselesinde kafasını Akdeniz’in kumlarını çarpmış olan stratejik derinliksizlik siparişte bulunmuş kendilerine. Biz söyleyenin yalancısıyız! Sanki otuz yıldır çok farklı bir şey söylemiş gibi bir kahve masasına kara Afrika’yı fetheden kolonici beyaz adam gibi oturuyor, top sesinden romantizm çıkarıyor, oradaki insanın gece vakti sokakları boşaltmasını bir Sindirella masalı benzetmesi ile anıyorlar. Ve bunu önümüze insanlık ve gazetecilik olarak sunuyorlar. Yerseniz!

Yemezseniz, Enis’ciğin gezi notlarından sonra yazmak farz oldu diye- gezi notlarımızdan bir bukle dinleyiniz. Söze Enis’ciğin katıldığımız tek cümlesi ile başlayalım. “Şemdinli hakkında bildiğiniz her şeyi unutun”. Adı dâhil. Nasıl ki Tibet’e ulaşan yolcu ancak oradan görür kendini ve dünyadaki yerini. Başladığı noktanın gerçekliğini garipser. Geride kalanlara yüzleştiği yerin gerçekliğini anlatmanın zorluğu ile baş başa kalır. Bizde o misal memleketin bu alt köşesinden bakıp bütün açıklığı ile görüyoruz memleketin hali pür melalini. Çok açık ki, memleketin büyük bir bölümü devasa bir yalanın içinde yaşıyor. Memleketin öteki köşesinde oğlu ölen analara, oğullarının uğrunda ölmeye değer bir şey için öldüğü söyleniyor değil mi? O dağlara bakıyoruz. Karakolların kurulduğu yerlere bakıyoruz. Orada yaşayan insanların gözünün içine bakıyoruz. Bu insanların istek ve taleplerinin bastırılması kadar gereksiz ve boşuna bir dava için mi ölmeli bu genç askerler? Başbakanlık makamını işgal eden şahıs başkan da olabilsin, milliyetçi oyları cebine koysun diye mi ölüme yollansın bu çocuklar buraya? Zira o dağların içinde hayatta kalmaları karşılarındakinin insafına kalmış.

İnsanlarla konuşuyoruz. Bin yıllardır bu topraklarda yaşayan, beş nesildir aynı yabani ot kokan bu dağın havasını soluyan ve bin yıldır aynı dili konuşan insanlarla. Enis’in pek romantik bulduğu top atışları burada çocukları ve hamile kadınları hasta etmiş. Çatışmalarda hayvanlar, bağlar bahçeler telef olmuş. Hastaların köyden çıkmasına, artık o köyde bulunmayan yiyeceklerin dışarıdan getirilmesine engel olunmuş. Kim tarafından? Sizin çocuklarınız olan askerler tarafından.

Anlıyoruz ki Kürtçe bilmeden buranın gerçekliğini tam anlamıyla kavramanın bir yolu yoktur. Bir dil yalnız teknik bir sorun değil, insanın kendini ve hayatını kavrayışıdır. O insanları daha iyi asimile etmek için değil de varoluşlarına saygı duyarak o dili konuşmayı becerebilirseniz işte o zaman aynı insanlık sofrasında oturdunuz demektir. O dil bize Van’ın en yoksul sokaklarında ortaçağ  tablosundan çalınmış meşalelerle kat ettiğimiz yolu, o yoldaki çocukların ruh halini anlamlandırmak için lazım. O yolun sonunda en yoksul ailelerin çocuklarını tıpkı bir düğündeki gibi kınalayarak ölüme göndermesini anlamak için lazım. Gözyaşı içinde ve boynu bükük anaların evlatlarının katlinin öfkesini bastırıp yarım bildikleri bir dilde “askerle de ölmesin bizim evlatlarımız da” sözünü kendi dillerinde duyabilmek için lazım. Bunu anlayıp, anlaşılmaya gönlümüz yoksa evlatlarımız orada ölmeye devam edecek.

Doğrudur, herkes memleketin Tibet’ine gidip bunca yoksulluk ve yoksunluğa her çarenin ancak ve ancak özgürlük ve insanların iradelerinin tanındığı onurlu bir barış talebinin arkasından geldiğini göremez. Artık verilecek hiçbir sadaka kabulleri değildir, bunu onlarla tanışmadıkça anlayamaz. Enis’cik gibiler büyük yalan mekanizmalarının onarılması için kahramanca ortaya atıldıkça bu iç ülkenin gerçekliğini suyun bu tarafındakiler öğrenemez. Zaten hükümetin “biz orada yol kontrolüne takıldık” diyecek hali yok. O zaman ne olacak peki? Senelerdir yaptığımız gibi kolay olanı seçip kendimizi ölümcül yalanlara inandırmaya devam mı edeceğiz? Yoksa bunca yıldır içimizden bildiğimizi, gönlümüzün Tibet’ine çıkıp artık açıkça söyleyebilecek miyiz, çocukları katlettirmemenin bedeli ne olursa olsun?