Kurumların ‘temiz’ olduğu ve bazı haddini bilmezlerin kurumları ‘kirlettiği' tezi, toplumda vicdanın sınırlarını zorlayan her olayda devreye giren temel grup savunmalarından biridir

Ensar vakası, Spotlight ve ‘Bakan’lar

CEMAL DİNDAR / cemaldindar@gmail.com

Bu vakada hikaye insanın en az iki temel güdü ile doğduğu ve hayatta ne olup bitiyorsa bu güdülerin türevi olan deneyimlerle örüldüğü gerçeğine yaslanabilir elbette. Buradan başlarsak; bilinen adlarıyla eros ve thanatos, Türkçesiyle sevgi ve saldırganlık temel güdülerdir. İnsan deneyimi, ölçüsü kişiye ve deneyimin niteliğine göre değişse de bu iki güdünün alaşımıyla biçimlenir ve iyi insan odur ki; sevebilir ve saldırgan güdülerini, yıkıcılığın değil de yaratıcılığın, hayata anlam ve neşe katmanın hizmetinde dönüştürür, yüceltir. Eğer sadist eğilimler kişiliğin temel belirleyenleri değilse… Özellikle saldırgan güdülerin yüceltildiği sanat ve zihinsel uğraşılarla olmak üzere, yaşamayı başkalarının hayrına çoğaltan kişi, başkalarını kendi ruhsallığında yaşatabiliyor ve kendi de başkalarının ruhsallığında var olabiliyor demektir.

Libido ile ilgili temel yanlış anlama, onun sadece sevgi ile bağı olduğunu düşünmektir. Oysa saldırgan güdülere de bağlanabilir ve bu yolla da boşalım sağlar. Sevme yetisinin ya da bu yetinin nesnesi ile buluşma yollarının kapatıldığı, ketlendiği durumlarda bu enerjinin kendine sapkın yollar aradığını, bulduğunu ve özellikle toplumdaki güçsüzleri bu saldırganlığın nesnesi haline getirdiğini söyleyebiliriz.

Saldırgan hemen hep erkektir, yaşça büyüktür ya da toplumsal konumu güç ile donatılmıştır.

Şu ana kadar bu yazının izlediği yol, herhangi bir bilimsel sempozyumda konunun varabileceği sınıra varmış kabul edilebilir. Bundan sonrası, belki birkaç başka kurama da atıfla, sapkınlıkların türleri, sınıflandırılması vesaire ile geliştirilip konu bireysel vaka örneklerine bağlanırdı ve çok aşına olduğumuz bir söylemle, “münferit olaylar”, örtük bir biçimde buluşurdu.

Temiz ve sapkın...

Yaklaşık bir aydır gündemde olan ve ‘Yeni Türkiye’ ile özdeşleşmiş kurumlarda çocuklara yönelik cinsel suçlar konuşulduğunda anılan bir film oldu Spotlight. Öncelikle şunu söyleyelim: kurumların ‘temiz’ olduğu ve bazı haddini bilmezlerin kurumları ‘kirlettiği’, dolayısıyla yaşananların ‘münferit olaylar’, bilimsel dille söylersek bireyde ortaya çıkan ‘sapkınlık’ olduğu tezi, toplumda vicdanın sınırlarını zorlayan her olayda devreye giren temel grup savunmalarından biridir. O ‘olay’a değin, cinsellikten de, kötülükten de azade ‘çocuk masumiyeti’ kabulleri tersine döner; sanki kurban, suça maruz kalan çocuklar değil, bizzat kurum, daha doğrusu, kurumda ve grupta temsilini bulmuş ‘ben ülküsü’dür. Kuruma koşulsuz bağlanmış ebeveynlerin kendisine inanmayacağını düşünen çocuğa ise, utanç kalır. Spotlight’ta bir kurbanın anlattığı gibi; suç kutsal mekanda işleniyorsa dünyaya ilk gelindiğinde içine düştüğümüz anne-çocuk bütünleşmesine benzer bir hipnoid bağda işlenir suç. İlahi bir güç tarafından seçilmiş olmanın kamaşması ve buna kapılmış olmanın utancı!

Fail değil, kurban utanır.

Bir kurban olacaksa, yine bu ülküyü paylaşanlardan biri olmalıdır, suç onun sorumluluğu alanında olsa bile… Çünkü ülküsel olanın dokunulmazlığı, tabu konulmuşluğu esastır ve bu tüm gerçekliği işgal eder. Tabunun özü, yukarıda sözünü ettiğimiz iki güdünün, eros ve thanatos’un yasayla ve yasaklarla düzenlenmesi işlevidir ve en basit sahnesi; O, yani Şef suçlu değildir ve azledilemez ve O, yani anne cinsel bir varlık değildir.

Leylekler getirdi zaten!

Kılıçdaroğlu’nun sözünün bu denli tedirgin edici bulunmasında ilkel bir ruhsallık düzeneği vardır: kadın, annedir ve anne cinsel bir varlık değildir. “Nasıl onu, ‘yatmak’ eylemi ile yan yana anarsınız!” denmektedir. Verilecek en basit yanıt ise şu olabilir: “He, sizi leylekler getirdi zaten!..”

Tuhaf bir paradoksla: “Bir erkek, bakan da olsa, başka bir erkeğin ‘önüne yatar.” Bu kabul, toplumsal sistemin ahlak anlayışında yüzeydeki gerçektir ve bu yüzden, hep orada olduğu için, görünmezdir.

Bu denli gerici, dinsel ideolojiyle ilişkisini yadsımamakla birlikte onu da aşan bir şekilde ilkel bir seviyeden söz ediyoruz. Zira din, insanın insanlaşma serüveninde bir aşamadır. İnsanların, şimdilerde cılız, ama giderek daha güçlü bir biçimde ‘din elden gidiyor’ kaygısını söze dökecekleri bir dönemden de geçiyoruz. Önemsenmelidir.

Psikanaliz bilgisine göre, kişinin gerçekle, toplumsal bir varlık olarak insanın hakikati ile ilk belirleyici karşılaşması ve gerçeğe katlanmayı güçlü bir şekilde temrin ettiği deneyim de budur: Cennetin ayakları altına serildiği, Davutoğlu’nun deyişiyle “ayaklarının altı öpülesi” anne ve baba ‘yatıyorlar’, üstelik bundan haz alıyorlar.

Kültüre giriş kapısında bu gerçeğe ve türevlerine katlanamamaları o denli yeğin ki, yanılsamayı yeniden üretecek her şey mubahlaşıyor. Sonra yarattıkları dünyada, bu yanılsamayı çökertecek suçlar peyda olduğunda bakmayan bakan’lar oluyorlar.

Nefret sistemli, üretilen bir duygudur

Şunu da unutmamak gerekiyor: Nefret sistemli bir biçimde üretilen ve sürekli kurban talep ederek beslenen bir duygudur. Dediğim gibi, mazlumun alanını bile kendi ülküleri ile işgal etmek istiyorlar.

Spotlight editörünün kendi okulunda da benzer bir suçun rahipçe işlendiğini anlaması sonrası, okulda artık yetkili olan kuşakdaşlarına anlattığı da budur: rahip hokey takımını çalıştırdığı için bu bir hokey oyuncusunun başına gelmiştir, başka bir spor alanında koç olsaydı, kurban belki de içlerinden biri olacaktı. Suç ülkülerin yaşaması için görmezden gelindiği bir sisteme kavuşunca, sorun artık sadece bir bahtsızlık sorunudur. “Bağdat Caddesi’nde gecenin bir yarısı ne işi varmış…” Vesaire…

Temel yanılsamalarımızdan biri, karşı karşıya olduğumuz her neyse onun içerisinden dönüşebileceğini ummak belki de… Spotlight’ta gazeteye ‘dışarıdan gelmiş bir Yahudi’ olan baş editör Marty Baron’un işaret ettiği şey, sisteme odaklanmaktır. Hukuk sisteminde, sözkonusu suça ‘saplantı’ düzeyinde odaklanmış olan bir Ermenidir. Spotlight ekibi, Boston Globe gazetesinde, gazetenin işleyiş düzeninin dışında özel bir ekip olarak çalışmaktadır ve deyim yerindeyse sistemin çeperindedir, araftadır. Karşılarında ise, Hıristiyanlığın özüne yazılmış bir yasakla, “ruhban sınıfına cinselliğin yasaklanması” ile biçimlenmiş Katolik cemaati ve Boston vardır.

Kapalı sistemlerin ‘yabancı düşmanlığı’ ya da ‘çıkarma –dışarı atma’ tutkusunu anlamak için iyi bir örnektir de… Çünkü yine bir hijyenik-ari toplum ülküsü devrededir.

Rüyalar ve ‘yeni türkiye’

Zalimin bakışında donmuş olan başka bir zalimin bakışıdır. Zulmedilmiş çocuk, büyüdüğünde kendini başka bir mazlumun gözlerinde yakalar ve bu kurbanların niye daha çok çocuklardan seçildiğini de açıklar.

Kadınların arzulayan bir kişi olarak kabul edilmediği, hatta Katoliklikte olduğu gibi, ruhani cennetten uzaklaştırıldığı, ‘Yeni Türkiye’de olduğu gibi üreme aracına dönüştürüldüğü durumlarda ise, yukarıda sözünü ettiğimiz temel gerçeklik çöker. Böylece, kişi önce kendini yetişkin cinselliğinden kovar.

Gezi Parkı’nda direnişçilerin ‘aşk yaptıkları’na dair düşünceyi Kabataş’ta deri giysili, kamçılı sado-mazohist rüya ile tamamlayan bir ruhsallıktan söz ediyoruz.

Belki bu anlamda, ve sadece bu anlamda, yarattıkları sistemin onlar da kurbanıdırlar.