Ömrünün kayda değer bir bölümünü sürgünde ve kamplarda tutsaklıkla geçirmiş bir entelektüelin, yazarlık terbiyesine bağlı kalarak ortaya sunduğu fikirler şu ya da bu biçimde merkezine sürgün ve tutsaklık dönemini alır. Amery’nin fikirleri hep bu merkezden yayılır.

Entelektüel, sürgün ve Amery

OĞUZ ALKAN

Hans Meyer 1912 yılında Katolik bir anne ve Yahudi bir babanın çocuğu olarak Viyana’da doğar. Babasının Birinci Dünya Savaşı’nda ölmesi sonucu annesi tarafından Katolik olarak büyütülen Meyer Viyana’da felsefe ve edebiyat eğitimi alır. 1935’te Nürnberg Yasaları’nın açıklanması sonrası Yahudi olarak kabul edilir, direniş hareketlerine katılır. Nazilerin Belçika’yı işgali sırasında yakalanır. 1945 yılına kadar sırasıyla Auschwitz, Buchenwald ve Bergen-Belsen toplama kamplarında tutulur. Savaştan sonra Belçika’ya yerleşir. Burada bir gazetede yazmaya başlar ve yazılarında Jean Amery ismini kullanır. 1978 yılının ekim ayında intihar eder.

Elimizdeki kitap ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde: Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri savaş ve tutsaklık sonrası yıllarda yazılmış denemelerden oluşur. Ömrünün kayda değer bir bölümünü sürgünde ve kamplarda tutsaklıkla geçirmiş bir entelektüelin, yazarlık terbiyesine bağlı kalarak ortaya sunduğu fikirler şu ya da bu biçimde merkezine sürgün ve tutsaklık dönemini alır. Amery’nin fikirleri hep bu merkezden yayılır.

Kitap zamanın akışını da olduğu gibi yansıtan beş denemeden oluşur. Bunlardan ilk ikisi “Tinin Sınırlarında” ve “İşkence” başlıklarını taşırlar. Amery bu denemelerde okuru, toplama kamplarındaki deneyimin aktarılmasının olanakları ve imkânları üzerine çokça tartışılmış olsa da, içerisiyle yakınlaştırır. Bir tutuklunun kamptaki durumu nedir? Bir entelektüel kampta karşı karşıya kalmış olduğu durumlarla hangi araçlar ile başedebilir? Ölüm üzerine düşünmenin sınırları ve açmazları nelerdir? Amery bu gibi soruları ve işkence konularını yakıcı örnekler üzerinden, “Açlık çeken, ama açlıktan ölmeyen; dayak yiyen, ama öldüresiye dövülmemiş; hırpalanmış, ama ölümcül yaralar almamış; yani nesnel açıdan, düşüncenin ilke olarak hâlâ üzerinde durabileceği ve varlığını sürdürebileceği bir zemine sahip tutuklunun durumundan” hareketle, hümanist bir entelektüel olarak işler.

YURTSUZ OLMAK IYI BIR ŞEY DEĞIL

İlk iki deneme bize bazı kapıları açtığı gibi bazılarını da kapatır. Bundan sonra tutukluluk yıllarının öncesindeki sürgün zamanları kendini güncelleyerek yeniden karşımızdadır. Ancak bu sefer sürgünün çehresi bir hayli değişmiştir. Tutukluluğu bitmiş, hayatta kalmayı başarmış Yahudi bir entelektüel olarak artık nereli olduğuna sorusuna başka sorular da eklenir. İnsan Yurda Ne Kadar İhtiyaç Duyar başlığıyla bizi karşılayan üçüncü denemede, kendisini güncelleyerek yeniden karşısına çıkan mecburi soruya Amery’nin verdiği kısık sesli cevap fonda bize eşlik etsin: “Yanında ne kadar azını taşıyabiliyorsa o kadar daha fazlasına…”

Belçika’ya gidişini anlatarak sürgün yıllarından bahseden Amery daha ilk satırlarda şunları söyler: “Eski hayatımız bizi terk etmişti. Bir daha dönmemek üzere mi? Bir daha dönmemek üzere. Ama bunu ancak şimdi, neredeyse yirmi yedi yıl sonra söyleyebiliyorum. Sürgüne birkaç banknot ve madeni parayla ilk adımımızı attık; ne sefalet ama! O güne dek bilmeyenlere de, sürgün hayatı öğretecekti: Almanca sefalet (Elend) sözcüğünün en isabetli tanımını, hâlâ etimolojisinde saklı olan sürgün (Verbannung) kelimesinin eski anlamında bulabileceğimizi.”

Sorusuna cevap ararken Amery’nin ironik bir biçimde üzerinde durduğu etimolojik açıklamalar dikkat çekicidir. İnsanın yurda ne kadar ihtiyaç duyduğu sorusuna verilecek yanıtlar sürgün ve sefalet ortaklığında kurulmaya başlar. Sefalet yokluğa ve yoksulluğa dair bir tanımlamayı ya da diğer yandan sürgün; bir sefalet durumuna göndermede bulunmayı ihmal etmez, karşılıklı konuşur. Yurt ihtiyacının yerinin doldurulamayacağı da baştan sona kabul edilmiştir. Yine de sürgün için ikame araçları, şu ya da bu şekilde devreye girmektedir: “Zira sonuçta taşınabilir bir yurt ya da hiç değilse yurt ikamesi gibi bir şey de vardır.”

Amery tanığı olduğu üç ikame aracını sıralar. Bunlardan birincisi Yahudilerin her Hamursuz Ayininde birbirlerine “Gelecek Yıl Kudüste” diye söz vermeleriyle açıklanan din; ikincisi, “dolar neredeyse yurt oradadır” diyen bir adamın sözlerinde karşılığını bulan para, üçüncüsüyse şöhret ve itibardır. Ancak yurt algısı elbette ki bununla sınırlı değildir. Bu maddi örneklerden yola çıkarak yurt kavramının çevrelediği alanı, psikolojik bağlamı tarif eder Amery. Uzunca bir alıntıyla: ”Yurt bir güven duygusudur, diyorum. Yurdumuzdayken tanımak-anlamak, güvenmek-inanmak arasındaki diyalektiğe ustaca hükmedebiliriz. Bu diyalektiği tanıdığımız için anlarız ve kendimizde konuşacak ve harekete geçecek güveni buluruz, çünkü inancımızı tanımaya ve anlamaya dayandırabiliyoruzdur. Sadık, sadakat, emin, itimat… Ama insan ancak nedensiz olgularla karşılaşmayı beklemediği; tümüyle yabancı bir şeylerden korkmadığı yerde kendini güvende hisseder. Yurdunda yaşamak demek, zaten bildiğimiz şeylerin, gözümüzün önünde, küçük değişikliklerle tekrar tekrar cereyan etmesi demektir…” Toplama kamplarında bulunmuş, işkencelerden geçirilmiş, anadilinden kovulmuş biri için güven duygusu neredeyse yitmiştir. Ancak ne olursa olsun, insanın yurda ihtiyacı vardır ve günümüzün dünya vatandaşı dahi bunun bir anti tezi olamaz.

GERÇEKLIĞI ANLAMAK

Kitabın son iki denemesi Hınç ve Yahudi Olmanın Zorunluluğu ve İmkânsızlığı Üzerine başlıklarını taşır. Burada Amery kendi kişisel deneyimlerinden edindiği bilgi ve tecrübeyi, tüm yaşananlardan toplumun çıkardığı tecrübe ve aldığı derslerle karşılaştırarak okur, bir sağlama yapmaya çalışır. “Tüm bunlar toptancı bir Barbarlığın Yüzyılı ibaresi altında kaybolup gidecek” derken ifade ettiği şey aynı zamanda politik alanda Arendtlerin öncülük ettiği düşünsel zeminle de tartışma içerisine girmekte, Sovyetleri ve Nazi Almanyası’nı birbiriyle eşleyen görüşlere itiraz etmektedir.

Üzerine konuşulabilecek çok fazla anlatı, etkileyici pasajları olsa da bu yazıyı Amerynin son cümlesiyle bitirelim. Zira hem Nazi faşizminin yalnızca kötülük olarak kavranmasına, hem toplumun (ya da Avrupa toplumlarının) bu konularla yüzleşmede başarısızlığına hem de entelektüel hayata sirayet eden toptancı yaklaşıma karşı incelikli bir itiraz saklıdır. “Umudum bu deneyimin, gerçekliği anlama konusunda beni daha donanımlı kılmış olmasıdır. “