Kısa bir Less is more versus Less is bore diyalektiği

ENTELKÖY EFEKÖY'E KARŞI
Kısa bir Less is more versus Less is bore diyalektiği

Filmi seyrediyorum, bir yandan da tarihçi olarak düşünüyorum, Dondurmam Gaymak ile Entelköy Efeköy’e Karşı arasındaki ortak yönler nelerdir, maksat yönetmenin bir yandan bilinçdışına gitmek, öte yandan ise ortak yönlerinden filmi tarihsel bir sürece oturtmak.

Tam bu sırada modernist ile post modernist mimari tartışmalarındaki önemli karşılaştırmalar aklıma birden geliyor, çünkü filmin yorumlanmasından öte zaten halkımızın tepkileri durumu çok iyi özetliyor, o zaman daha net anlıyorum. Daha filmin fragmanları çıktığında, etrafımdaki çeşitli insanlar bu filmden söz ediyorlar ve mutlaka gidip göreceklerini belirtiyorlar, sinemaya gidip sıkılmaktan, el âlemin derdinden bunalmaktan bıktık diyorlar. Aynen böyle. Less is more (daha az olan daha çok şey anlatır) ile Less is bore (daha az olan sıkıcıdır) diyalektiği tam da bu nedenle filmi seyrederken arkadaşlarımın konuşmalarını anlamama yardım ediyor. Entelköy salonda seyrederken kahkahalarla seyrediliyor ama bu yalnızca bir yönü, devamı daha önemli bence, çünkü insanların gözlerinin içi gülüyor ve sinemamızdaki filmlerden farklı olarak, insanların yüzünden farklı bir sıcaklık, içtenlik ve daha da belirleyici olanı bir sevecenlik akıyor. İşte tam burası çok önemli, burada durup düşünmek gerekir.

BİTKİ ÖZLERİNDEN YAPILMIŞ GAYET DOĞAL BİR ANTİ-DEPRESAN

İnsanlarımız filmdeki bütün karakterleri seviyorlar, hikâyeyi seviyorlar ve hatta o insanların içine girmek istiyorlar, oysa bizim toplumumuzun birinci ortak özelliği kendisinden şikâyet etmek, her türlü tartışmayı “biz adam olmayız” ile bitirmek değil midir? Filmi seyrederken yönetmen de sözü buraya getiriyor, nihayetinde Efeköylülere karşı bizim Aşırı’nın sözleri karşısında “haklısın” diyerek özeleştiri de yapıyorlar. Ama bunu seyreden seyirciler onlara tepki duymak ya da köylüyle özdeşleşip hakikaten biz adam olmayızla düşünmek yerine, olayın içinde insani bir sıcaklıkla o köylüleri seviyorlar, onların samimi olduklarına inanıyorlar, filmsel gerçeklik çıplak gerçekliğe üstün geliyor. Burası insanın hayatla gerçeklikle yüz yüze geldiği yerdir, yönetmenle konuştuğunuzda da bu durum kendini hemen hissettiriyor. Bütün yaşanılanların rezaletine karşı, yönetmen de bir yandan mizah, bir yandan öz eleştiri, ama aynı anda hem köylü kurnazlığı hem de biçare köylünün akıl yürütmesi, bir yandan sınıf bilinci öte yandan bilinçli sınıfçılarımızın inanılmaz fukara eylemleri arasında hem dürüst hem de işin nasıl çıkmaza girdiğini anlatan bir söylem karşınızda.

Tam da bu noktada film ile Yüksel Aksu özdeşleşiyor, aynılaşıyor: ikisi de organik tarımla yetiştirilmiş gayet tabi anti-depresan, bitki özlerinden yapılmış.

İşin gizlisi saklısı olmayınca, iş de masa başında yazılmış bir makara değil de bizzat sahada ya da tarlada kotarılmış bir iş olunca, insanlarımızın yüzlerindeki gülümseme daha anlaşılır oluyor, çünkü bütün bu bıkıp usanmışlığımızın son aşamadaki karşılığı bir kara mizahtan başka neyle anlatılabilir ki?

Ezberlenmiş, işin doğru yönlerine karşı bir dizi tarihimizden kültüre karşı önermeleri bir araya getirmek, kültürleri birbirleriyle yüzleştirmek, burası Nasrettin Hocanın memleketi değil mi? Ama komedi burada da peşimizi bırakmıyor: tam da bir folklor araştırmacısı olarak Pertev Naili Boratav’ın halkımızın bağrından toplayıp derlediği fıkraları sansürsüz basmayı yasaklayan memleketin vatandaşları değil miyiz? Mizahın iktidara karşı yıkıcı olduğu söylenir, aynı şekilde mizah bir direniş biçimidir de, ama öte yandan bir öz-bilinçtir, saklının gayrısının olmadığı bir saflığı da bağrında taşımaz mı?

 

SİNEMA TARİHÇİLİĞİ SINAVINDAN YIRTMAK...

Ortak yönlerden girmiştik, filmi seyrederken bunları düşündüm, entelektüel soyutlamalarım filmin sonuna kaldı, ondan sonra zaten her iki filmde de “sosyalistimizin” ya da aşırımızın halkımıza karşı ucu sivri eleştirilerini içermesi, aşırının toplum tarafından nasıl kodlandığı, halk bilgelerimizin yorumları, geleneksel yüzlerimizin saflığına yer vermesi, rüya görülmesi ve rüyaların yorumlanması, yolunu şaşırana bir bilgenin öğütleri, yerel halkın yaşamından kesitler içinde dünyayı yorumlayıştaki küçük burjuvalaşmanın çok net verilmesi… gibi ortak yönleri bulunca filmden yönetmenin dünyasına giden yolu çok daha rahat olarak görebileceğimizi anlıyoruz, neyse ki bunları çıkarsayınca tamam sinema tarihi sınavından yırttık diyorum kendi kendime.

Entelköy Efeköye Karşı filmi için en yalın haliyle şunları diyebilirim, halkımıza belirli şeyleri anlatabilmek için, böyle filmlerin yapılmasına sosyalistlerin ne kadar ihtiyaç duyduğu(muz) meselesine gelince, borcumuzu ödeyebilir miyiz? Bilmiyorum, yüz binlerce insana, meydanlarda toplayamadığımıza göre, perde ile seyirci arasında doğrudan birebir ilişki kurarak, üstelik seyircinin safça karşınızda bulunduğu bir ortamda, aşırının analizlerinden, doğayı savunan ve kapitalizmin insan yıkıcılığını anlatmak pek bir maharet ister. Hakikaten bunu aslında dondurmacı olan, ergenliğe geçişini keçi otlatarak kutlayan, hayvanlarla pek sevişen, Bereket Tanrısını ilk gördüğünde bacağının boyuyla şeyinin arasındaki oransızlığı düşünen birisi yapabilirdi, onun için Yüksel’e karşı davamızın ortağı olmasından dolayı bir teşekkür borçluyuz. Üstelik bütün bu hikâyeyi anlatırken, filmin içine sapladığı epik unsurlar içinse sadece şöyle diyelim, bizim mizahımızın, sinemamızın bilmediği şeyler. Halkımızla barışmak ve insanımızın çok ihtiyaç duyduğu tabii anti-depresan üretimi için Entelköy Efeköye Karşı filmini entel dantellerin bakışıyla değil Efeköylülerin köylü kurnazlığı ve aşırının nasihatleriyle birlikte seyretmek isteyenleri “keçi gütmeye ve bir de şiddet gören eşekleri koruma kurulu”na davet etmek istiyorum. Memleket için hayırlı olsun.