Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da övgüyle andığı “Müslüman âleminin tek romanı” Hay bin Yakzan, bireysellik vurgusu ve toplumsal yaşamın neredeyse hiçe sayılması ile İbni Tufeyl’i dönem filozofları arasında ayrı bir mevkiye taşır

Erdeme giden yol

DENİZ YAVUZ

İbni Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı, bilinen ilk “adasal roman” olmasıyla, edebiyatta uzamın belirleyiciliği açısından önemli fikirler sunuyor. Tanpınar’ın, “Müslüman âleminin tek romanı olan bu zihnî dramda psikolojiden ziyade yahut onunla beraber, çok ustaca idare edilmiş bir muakale vardır.” diyerek övgüyle andığı bu kitap, aynı zamanda dönem felsesi üzerine de okunması gereken önemli bir yapıt.

Hakikate karşı hakikat
İslam dünyasında felsefe karşıtlarının saldırı ve eleştiri argümanlarına karşı, din ve felsefe arasında pürüzsüz bir uyum olduğu, hatta birbirleri için elzem oldukları, hakikatin tek olduğu ve hakikatin hakikate karşı olamayacağı gibi argümanlarla eserler üreten Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd gibi filozofların yanında kitabımızın yazarı İbni Tufeyl de sayılabilir. İbn Tufeyl’in, argümanlarını desteklemek üzere yazdığı bu eserinde mekân olarak ıssız bir adayı seçmiş olması büyük bir öneme sahip. Ada, coğrafi olarak sınırlandırılmış bir kara parçası olması münasebetiyle insan aklının bir timsali gibidir. Akıl, Arapça’da develerin ayağına çapraz bağlanan ve develerin hızını sınırlandırmaya yarayan bir çeşit urgana verilen isimdir. İnsan aklının prensip olarak hakikati parçalara bölüp sınırlandırarak anlamlandırması nedeniyle bu yetiye de develerin ayağına bağlanan sınırlayıcı urgandan mülhem akıl denildiği düşünülür. İşte yazarın mahdut bir kara parçasını seçerek kahramanı Hay’ı onun içine yerleştirmesi daha en başta varmak istediği yere aklı ve felsefeyi kullanarak varacağının bir işaretidir.

erdeme-giden-yol-199626-1.Yaşamın kaynağı özne
Birçok tartışmayı ve düşünceyi içerisinde barındıran eser, Hay isimli çocuğun nasıl dünyaya geldiğine dair iki varsayımla başlar. Birinci varsayımda Hay bir çamur topağının “ruhu kabule hazır” hale gelmesiyle meydana gelmiştir. İkinci varsayımda ise Musa Peygamber’in kıssasını andırır şekilde, doğan çocuklarını sultanın gazabından korumak için sepete koyup suya bırakan bir ailenin eylemi sonucu bu adaya ulaşmıştır. Bu adada bir ceylan tarafından emzirilerek büyüyen Hay’ın keşfettiği ilk duygu, tıpkı yasak meyveyi yemiş olan Adem ve Havva gibi, utanma duygusu olur ve bunun sonucunda da örtünür. Asıl kırılma noktası ise anne ceylanın ölümüdür. Bu ölüm, Hay’ın anne ceylandaki yaşamın kaynağını araştırmasına vesile olacaktır. İbni Tufeyl’in anatomi bilgisine de şahit olduğumuz bu bölümde, anne ceylanın kalbini yaran Hay, yaşam kaynağı olan şeyin mekânının burası olduğu ve o şeyin burayı terkettiği sonucuna varır. “Gövde, gözünde bütün değerini yitirir. Değerli olanın, bir süre gövdede bulunduktan sonra onu terk eden şey olduğunu kavrar.” Hay’ın aklı yeni sorular sormaya namzettir.
Hay artık yaşamın temel ilkesini ve bu ilkenin ardındaki nedeni aramaya başlamıştır. Etrafındaki her şeyi en ince detayına kadar inceleyip çeşitli sonuçlara varmaya çalışan Hay’ın, ateşi keşfettikten sonra, “ceylanın yüreğinden çıkan şeyin ateş türünün bir bireyi olabileceği düşüncesi”ne ulaşması, bize Herakleitos’u anımsatır. Giderek araştırmalarını derinleştiren Hay, “oluş ve bozuluş evreni”ndeki çokluk üzerine uzun süre kafa yorar. Bu çokluğun yalnızca görüntüde olduğu ve “türlerin bireylerinde ayrı ayrı bulunan ruh”un, aslında “tek bir ruhun parçalarından başka bir şey” olmadığı sonucuna varan Hay, canlılar üzerine yaptığı bu incelemeden nesnelerin incelenmesine geçer. Madde ve form üzerine yaptığı bu incelemelerde, “uzam yalnız ve kendi başına bir varlık gösteremiyor, madde de uzamsız olamıyordu. İkisi de birbirlerini gereksiniyorlardı.” diyerek Aristoteles’in dönem felsefesindeki önemini de ortaya koymaktadır. Bu incelemeler, roman kahramanımızın “ilk neden”e ulaşması ve bu “ilk neden”i “ayrıntılı biçimde tanıma isteği”yle bir sonraki merhaleye taşınırken, yazarımız araya girerek, alıntıladığı kutsî hadis ve ayetlerle akli çıkarımlar ve dini bilgiler arasındaki uyumu ispatlamaya çalışır.

Mistik bir birleşme
Düşüncelerini giderek derinleştiren kahramanımız “bağımsız Özne” fikrinden sonra “evrene bir bütün olarak bakmaya” yönelir. Evrenin hâdis yahut kadim olması fikirleri üzerine uzun uzun düşünen ve çeşitli sonuçlara varan Hay bunları yaparken, dönem felsefesine kadar sıklıkla kullanılagelen kozmolojik ve teleolojik kanıtlamaları kullanacaktır. Her iki durumda da Özne’nin varlığı zorunluluk kazanırken, “Özne, bütün varlıkların varoluş nedeni, ilkesidir” sonucuna ulaşan Hay, artık son dönemece gelmiştir. Özne’ye dair tüm bilgilere ulaşan Hay mutluluğun kaynağının O’nu temaşa etmek olduğunu idrak ettikten sonra yaşamını bu minvalde düzenleyecek ve “aşağılık duyulur dünyadan soğuyarak yüce anlaşılır dünyaya” erişmek için çabalamaya başlayacaktır. Temaşa üzerine yazılanlar ve temaşanın yöntemi ise Plotinos’un şu sözünde özetlenmiş gibidir; “İnsanın en son amacı her şeyin üstünde olan Tanrıyla mistik bir birleşme olmalıdır. İnsan bu yüce erdeme ancak esrime yoluyla erişebilir.”

Günlerini temaşa ile geçiren ve sufilerin deyişiyle fenâfillah mertebesine erişmiş olan Hay’ın artık vahiyle karşılaşma zamanı gelmiştir. Bu karşılaşma, dini bilgiler üzerine düşünmek için insanlardan uzaklaşma ihtiyacı hissetmiş ve bu nedenle bu adaya gelmiş olan Absal sayesinde olacaktır. Absal ile karşılaşmalarından sonra Absal’dan konuşmayı öğrenen Hay, akli olarak vardığı sonuçları, Absal’ın dini bilgileriyle karşılaştırır ve vardıkları sonuçların aynı olduklarını gören ikili arasında bir mürşit-mürit ilişkisi başlar. Burada mürşitlik makamındaki kişinin Hay olması, aklın ve felsefenin önemini göstermesi bakımından mühimdir.

Bu ilişki, Hay ve Absal’ın edindikleri kıymetli bilgileri başkalarına da aktarmak üzere Absal’ın adasına gitmeleriyle kesintiye uğrar. Fakat insanlarla yaptıkları konuşmalar ve tartışmalar sonucunda anlarlar ki; “müşahade yoluyla ulaşılan gerçekliklerin anlatılması” imkânsızdır, mutlak bilgilere ulaşmak herkes için mümkün değildir ve önemli bir bireysel çabanın ürünüdür. Bu sonuçlar üzerine adalarına geri dönüp “ölünceye kadar Tanrı’ya kulluk” ederler. Buradaki bireysellik vurgusu ve toplumsal yaşamın neredeyse hiçe sayılması, özellikle o dönemde çok sık görülmediğinden, İbni Tufeyl’i dönem filozofları arasında ayrı bir mevkiye taşırken, Hay bin Yakzan’ı okunması elzem kitaplar arasına alır.