Fransızca yayın yapan Cezayir basını (El Mudjahid; Le Jeune Indépendent; Quotidien d’Oran; La Dépeche de Kabylie) Erdoğan’ın ziyareti vesilesiyle daha çok ticari ve iktisadi ilişkileri dile getirdi ve bu konuda bilgiler verdiler

Erdoğan’ın Cezayir gezisinin düşündürdükleri

Osmanlı Cezayiri’ni Oruç ve Hızır Reis kurdular. Geçenlerde ise (27-28 Şubat) bu ülkeyi çağdaş bir “Reis” onurlandırdı. Yakın tarihi acılarla dolu bu topraklarda iki gün boyunca görüşmeler yapıldı; anlaşmalar imzalandı; beyanatlar verildi.

Aslında bu ziyaret kamuoyunda anlamlı bir dertleşme ve hesaplaşma vesilesi olabilirdi. Olmadı; çünkü her iki ülke de ifade özgürlüğünü kısıtlayan yönetimler altında yaşıyor ve görüşmelerde gündemi daha çok merkantil pazarlıklar doldurdu. Böylece ne Türk ne de Cezayir basınında tarih ve kültür konularında ilginç analizler okuyabildik. Buna karşılık basın toplantısında iğneli sorular soruldu ve Erdoğan da yanıtladı. Örneğin, basına yansıyan bilgilere göre Cezayirli bir gazeteci, Erdoğan’a “Türkler burayı işgal etmedi mi?” diye sormuş, o da “Eğer öyle olsaydı siz bu soruyu bana Fransızca değil, Türkçe soruyor olurdunuz” diye yanıt vermişti.

Oysa sorulan soru da, verilen yanıt da yanlıştı. Aslında Osmanlılar Cezayir’i işgal etmediler. Doğu Akdeniz’de korsanlık yapan usta denizci Oruç ve Hızır reisler, İspanyol tehdidine karşı Osmanlı himayesine sığınmış ve Yavuz Sultan Selim de Hızır Reis’i “Hayreddin” lakabıyla tanıyarak Cezayir hâkimi ilan etmişti. Bununla da kalmadı, yardımına topçu ve yeniçerilerden oluşan askeri birlikler yolladı. Barbaros Hayreddin, daha sonra da Kanuni zamanında on sekiz parça kadırga ile İstanbul’a geldi ve “Batı Cezayir beylerbeyi ve kaptan-ı Derya” olarak atandı.

***

Fransızca ve Türkçe konuşmaya gelince, Erdoğan yanıtının Cezayir’i hâlâ işgal altındaymış gibi gördüğü şeklinde algılanacağını dikkate almamıştı. Üstelik Türkiye’de insanların İngilizce eğitim almak için on binlerce dolar ödediklerini de unutmuş görünüyordu. Aslında Cezayirlilerin ana dili her zaman Arapça oldu; fakat ülke, bağımsızlığını kanlı bir savaşla elde ettikten elli altı yıl sonra bile, bugün Cezayirli aydınlar Fransızca biliyor, Fransızca konuşuyor, evrensel kültürle alış-verişlerini bu dille sağlıyorlar. Erdoğan’ın ziyaretini eleştirenler de yazılarını yine Fransızca kaleme aldılar. Bunlardan biri de ünlü yazar Kamel Daoud oldu.

***

Kamel Daoud, üniversitede matematik ve edebiyat okumuş, hikâyeler, romanlar yazmış ve Fransa’nın en itibarlı edebiyat ödülü Goncourt’u kazanmış bir yazın ustası. Eserlerini Arapça değil de Fransızca kaleme alışını şöyle açıklıyor: “Arapça, egemen ideolojiler ve kutsallık tuzağına düşürüldü. Bu dil ideolojik ve siyasi bir dil oldu; fetişleştirildi”. (Le Figaro, 16 Ekim 2014). İlginç bir saptama ve aslında bu sözler dil, devrim ve laiklik ilişkileri konusunda bizleri de düşündürücü bir derinlik taşıyor. Daoud, gençlik yıllarını İslamcı bir “mücahid” olarak geçirmiş ve yanıldığını anlayınca da gömlek değiştirerek laik bir felsefe benimsemiş. “Allah’la buluşma ya da buluşamama, iç dünyamıza özgü, başkalarıyla paylaşamayacağımız bir tecrübedir” diyor. Bu yüzden tehditler almış; hatta hakkında ölüm fetvaları çıkarılmış. Ve sonunda kendisi de aksi yönde radikalleşmiş; çok sivri bir dil kullanıyor. “Açık mektup”unda Erdoğan’a -ve bu vesileyle Cezayir yöneticilerine- bu sivri dille hitap ediyor ve onları özgürlük düşmanlığı ile suçluyor. İslamcılık çıkar yol değildir, diyor Daoud; “Müslüman Kardeşler’inizin eski yöntemleri, bir eliyle bizlere gökteki Tanrı’yı gösterirken öbür eliyle de mezarımızı kazıyor”; “Hem Ortadoğu mağdurları için ağlıyorsunuz, hem de onların cellâtlarıyla kontratlar imzalıyorsunuz”. (Huffpost Algérie, 24 Şubat 2018).

***

Görebildiğim kadarıyla Daoud’un sosyal medyada 3933 kez paylaşılan “açık mektub”u bizde pek yankı uyandırmadı. Sadece HaberTürk’te (1 Mart 2018) Fatih Altaylı ondan söz etti. Yazıyı ‘ağır bir Erdoğan eleştirisi’ olarak niteleyen Altaylı, “Ancak, diyor, yazar hızını alamamış, yazısını tarihi ‘Türkiye düşmanlığı’na dönüştürmüş!” Ve sonra da sömürgeciliğin ne olduğunu; Fransızların Cezayir’de, İngiltere’nin Hindistan’da ve Belçika’nın da Afrika’da ne kadar kan döktüklerini anlatıyor. Altaylı’ya göre Kamel Daoud, “Celladına âşık olan bu sömürge aydınları”nın tipik bir örneğidir.

Tabii bu da bir yorum! Oysa bu “Türkiye düşmanı”, Erdoğan’a “açık mektup”unu “Türkiye, her şeyini yeniden doğuş ve itibarını sağlayan özgür kadın ve erkeklerine borçlu olup, size hiçbir şey borçlu olmayan bir MUCİZEDİR” diye bitiriyor. Geçelim ve sözü Cezayir’in içinden, yerli yazarların gezi dolayısıyla kaleme aldıkları görüşlere getirelim.

***

Fransızca yayın yapan Cezayir basını (El Mudjahid; Le Jeune Indépendent; Quotidien d’Oran; La Dépeche de Kabylie) Erdoğan’ın ziyareti vesilesiyle daha çok ticari ve iktisadi ilişkileri dile getirdi ve bu konuda bilgiler verdiler. Bunlara göre halen Cezayir’de 796 Türk şirketi çalışıyor ve bunlar 28 bin kişi çalıştırıyorlar. Türkiye gibi devamlı “doğrudan yabancı yatırım” açlığını dillendiren bir ülke için ilginç bir tablo! Cezayir ulusal ajansının açıklamasına göre de, Türkiye, 2017’de 1,4 milyar dolar tutacak ve 6000 kişiye daha istihdam sağlayacak 20’den fazla yatırım projesi ile “karma projeler” alanında ilk sıraya oturdu. Bu arada dört milyar doları bulan ticari ilişkilerimiz de giderek gelişiyor ve Cezayir geçen yıl bize ihracatını % 45 oranında artırarak 1,96 milyar dolarla altıncı sıraya yükselen müşterisinden memnun görünüyor. Kısaca tekstil, inşaat, tarım, turizm.. Türk yatırımları her alanda ilerliyor ve ilk sırayı da çelik üreticisi Tosyalı Holding işgal ediyor. 100 hektara yayılan tesislerinde, bu Holding, 2,5 milyar dolarlık bir yatırımı temsil ediyor ve –ABD’den kötü gümrük haberleri geldiği şu sıralarda- bunları daha da artırmaya çalışıyor. Geziye katılan patron Fuat Tosyalı memnun ve Erdoğan’a şükranlarını sunuyor. Fuat Bey ticaretin siyasetle bir arada gittiğini çok iyi biliyor ve bir TRT programında (7/24), 15 Temmuz’un yıldönümünü kutlarken OHAL’in iş güvenliğindeki katkısını özenle vurguluyor. “Siz eğer hakikaten yatırımcıysanız ve yatırım ortamına bakıyorsanız, diyor, o ülkedeki OHAL uygulaması aslında size bir güvencedir.” Ona göre “OHAL devletin kendine koyduğu bir sistem. Yani OHAL'de devlet kendi kendini sorguluyor, yargılıyor, araştırıyor, gerekli önlemleri alıyor”. Antolojilere geçecek özgün bir analiz!..

Albert Camus bir hizmetçinin çocuğuydu; Althusser ise, bir orman bekçisi olan ve bütün günlerini keçi kovalamakla geçen dedesinden hep şefkatle bahsetti. El Biar köyünde doğan ve on dokuz yaşına kadar Cezayir’de yaşayan Derrida da kimliğinin bu parçasını ölene kadar hep özenle vurguladı.

İktisat böyle; ya dış politika?

Cezayir basınında dış politika sorunları pek yer almadı; alması için de gerek yoktu. Çünkü Quotidien d’Oran’ın (27 Şubat) yazdığı gibi, bu konuda “kemanları ayarlamak” pek mümkün değildi. Cezayir bu alanda Rusya’nın yanında yer alıyordu ve “Kürt ayaklanmasını bastırmak için Afrin bölgesine girerek uluslararası hukuku çiğneyen komşusu”nun yanında olamazdı. Buna karşılık kültürel ilişkiler ihmal edilmedi ve Erdoğan’ın himmetiyle Osmanlılardan kalan Keçiova camisi ve Aziza Sarayı’nın tamirleri basında hak ettikleri buldular.

***

R. T. Erdoğan’ın Cezayir ziyareti konusunda söyleyeceklerim bunlar; fakat bunlara Fransa-Cezayir ilişkileriyle ilgili birkaç şey daha eklemek istiyorum. Bizde Kuzey Afrika aydınları öteden beri “Fransızlaşmak”la, bir çeşit “yabancılaşmak”la eleştirilirler. Oysa “Fransızlaşma”nın da türleri var. Fransa’nın Cezayir’le zorbalığa dayalı yüz otuz yıllık ilişkisi aslında iki halk üzerinde de derin izler bıraktı. Bir kere bu durum neredeyse 250 yıl önce “Evrensel Haklar Beyannamesi”ni yayınlamış bir ülkede tüm vicdan sahiplerinin içini sızlatan bir sorun oldu. Cezayir’de yaşayan ve bağımsızlık anlaşmasından sonra ülkeden korku içinde, apar topar kaçan yedi yüz bin “kolon”un büyük çoğunluğu köylü, esnaf, zanaatkâr vb halk kesimlerinden geliyordu. Camus’ler, Althusser’ler, Derrida’lar bunlar arasından çıktı.

Albert Camus bir hizmetçinin çocuğuydu; Althusser ise, bir orman bekçisi olan ve bütün günlerini keçi kovalamakla geçen dedesinden hep şefkatle bahsetti. El Biar köyünde doğan ve on dokuz yaşına kadar Cezayir’de yaşayan Derrida da kimliğinin bu parçasını ölene kadar hep özenle vurguladı. Ömrü boyunca ana vatanını unutmadı ve kendisi için “nostalgie” hep bir “nostalgérie” (Cezayir özlemini ifade eden bir kelime oyunu) oldu. Kaldı ki bu “nostalji” sırf Cezayir doğumlulara da özgü değildi. Örneğin son dönem Fransız sosyolojisine damgasını vuran Pierre Bourdieu Cezayir’de doğmamış, fakat o da Cezayir’e bağlanmıştı. İlk sosyolojik eserini kendisine çocukluğunu geçirdiği Bearn köylerini anımsatan Cezayir konusunda kaleme aldı. Ölümünden iki yıl önce Cezayirli dostlarıyla buluştuğu toplantıda da “devrim tartışmaları” yapıyordu. (Entre Amis, Awal, 2000, no 21).

Fizik nobelli Claude Cohen-Tanoudji; İranlı Ali Şeriati’nin ufuklarını açan İslamolog Jacques Berque; Mitterand’ın iktisat danışmanı Jacques Attali; filozof Bernard Henry Lévy; Cezayir bağımsızlık savaşını en güzel anlatan tarihçi Benjamin Stora; L’Obs dergisi kurucusu Jean Daniel; sinemada Isabelle Adjani, Daniel Auteuil, Nicole Garcia; futbolda Zinedine Zidane... Ünlü “Cezayirli Fransızlar” saymakla bitmiyor ve bitmeyen liste de Cezayir topraklarının Fransız kültürü için ne kadar verimli bir coğrafya olduğunu ortaya koyuyor.

***

Peki, ya aksi? Fransız dili ve kültürü Cezayir’in Müslüman halkı için de aynı derecede verimli oldu mu?

Aslında Cezayir aydınları Fransız dili ve kültürünü önce “Kurtuluş”u hazırlayıcı eserler üretmek ve devrime öncülük yapmak için kullandılar: Muhammed Dip, Kateb Yacine, Mouloud Feravun; işte üç öncü yazın silahşörü.. Ve arkadan da halk liderleri geldi: Messali Hadj, Ferhat Abbas; Muhammed Boudia.. Buna karşılık bağımsızlıktan sonra düş kırıklığı yaşayan ve Fransa’da kariyer yapan aydınlar da az değildi. Ne var ki adettir; yerliler yurdundan uzakta yaşayan “entel”lere pek de iyi gözle bakmazlar. Yine de kabul etmek gerekiyor ki eski sömürgecilerin yerini yerli yağmacıların aldığı durumlarda, baskı ve tehditlerden uzak, uzun soluklu eserler verenler de bunlar arasından çıkıyor. Yakınlarda hayata veda eden Prof. Muhammed Arkoun buna bir örnekti. Arkoun, Sorbon’da İslam düşünce tarihi konusunda dersler veriyordu ve temel tezlerinden biri de Osmanlıların tarih sahnesine çıkmalarıyla İslam düşüncesinin donması arasındaki paralelliğe (?) dikkati çekmesi idi. Üstelik onun gibi, fakat daha mütevazi planda, Fransız kültürünün çeşitli dallarında katkıda bulunan çok sayıda Cezayirli de mevcut bulunuyor. Yine de “devrimler ülkesi” devrimler zincirini tamamlayamadı ve Fransa’da “Cezayir sorunu” farklı şekillerde bugün de yaşıyor. Ve bu tablo bizlere de, günümüzde ezen-ezilen halklar ilişkilerine bakarken, çağdaş kapitalizmin “küreselleşme” adı altında gizlediği yeni bağlantı ve sömürü mekanizmalarını göz ardı etmek kadar, bir takım klişelere saplanıp kalmanın da ne kadar yanıltıcı olduğunu gösteriyor. R. T. Erdoğan’ın Cezayir ziyareti dolayısıyla Türk basınında yapılan “yorumlar”, “saplantı” ve “klişe”lerimizin hala ne kadar yaygın ve etkin olduklarını ortaya koydu.