Önümüzdeki günlerde önemli gelişmeler olabilirmiş, akan kan dursun diye İmralı’yla da görüşülebilirmiş, ‘yürüyen çözüm süreci’nde bir şeyler oluyormuş…

Başbakan, “ben sana …sen demiyorum” demekte beis görmeyen biri; PKK’yla görüşmüyoruz da demişti; meğerse görüşürlermiş…: Başbakan'ın ne dediği önemli değil; ancak önemli olan, onun beyanları üzerinden ciddî ciddî yorumlar yapıp çıkarsamalarda bulunanların bu kadar çok olması.
Kan dökülmesini istemeyen adam, otuz yıllık savaşa bizi sürükleyen darbe rejimini, sadece muhafaza etmek de değil, iyicene derinleştirmekte bu kadar ısrarlı ve kıyıcı olur mu?
Seçim barajı, siyasal partiler yasası, örgütlenmeye/sendikalaşmaya yönelik engeller, grev yasakları; ancak hepsinden beteri, terörle mücadele adı altında devlet terörü yaratma yasası: Bütün bunlar, bu iktidar döneminde ya daha da genişletildi ya da daha despotikçe kullanıldı. Bu arada şunu da ekleyelim: AKP’nin biraz okumuş yazmışmış ve de ‘sûret-i hak’tanmış gibi görünecek kadar tornalanmış yandaşları, stalinist sıfatını, özellikle PKK’ya ilişkin her konuda bir küfür olarak kullanıyorlar; ama, Stalin’den de daha stalinvari uygulamalarda bulunma şerefi bugünkü iktidara ait. Şöyle ki, ‘örgüt üyesi olmadan terör örgütüne destek’ suçu, Moskova Duruşmaları sırasında icad edilmiş ‘manevî suç ortaklığı’ kategorisine denk düşer: Sanığın, değil eşi veya sevgilisi olmak, not defterinde adının bulunması bile suç delili olarak değerlendirilir. Ancak bu uygulama Sovyetler Birliğinde sadece üç sene sürüp, 1938’de, üstelik de bir özeleştiri eşliğinde son bulur. Oysa bizde sadece dönemsel bir uygulama olmayıp, doğrudan doğruya yasada yer almakta, ve en son, Balyoz davasında da görüldüğü üzere en ağır cezalara dayanak olmaktadır: Günümüz Türkiye’sinde despotluk, keyfîlik ve zalimlik anlamında stalinist olarak nitelenebilecek bir şey varsa, o da yargıya talimat vermeyi bile kendisine hak gören Erdoğan yönetimidir.
Sen tut, darbenin faşistliğine faşistlik ekle, ama ileri demokrasinin bânisi ve en büyük darbe karşıtı olarak ortalarda dolaş; sivil siyaseti cuntacıların dayattığından da misliyle kısıtla, yasakla ve cezalandır, ama bununla da yetinmeyip sivil siyasetçileri bertaraf etmek üzere silahlı siyaseti devletle mevkidaş tek muhatap olarak kabûl edip ülkenin kan gölüne dönmesine yol aç ve seni barışcıl çözüm yolunda elini taşın altına koyan cesur siyasetçi ilân etsinler. Türkiye’de olan bu: Kendisine oy vermeyen  ili ilçe yapan diktatör müsveddesini demokrasi şehidi, 12 Eylül’ün hem hazırlayıcısı, hem akıl hocası, hem de baş icraatçısını (başbakan yardımcısı) şortla asker teftiş etti diye sivillik şampiyonu addeden, demokratikleşmeyi de, yürüyüş yapan liseli çocukları bile karşılarına on bin hayta çıkartmakla tehdit etmekteki çiğ militarizmi bile teşhis edemeyip, içeri atılan militer (subay) sayısı ve onlara edilen eziyetle ölçer.
Ali Demir’in ısrarla ÖSYM’nin başında tutulmasına bakıp, hep Caligula’nın atları arasından en sevdiğini konsül ilân edip Roma’lı senatörleri karşısında selama durdurtmasını hatırlardım; millî futbol takımının ‘istifayı aklının ucundan bile geçirmeyen’ antrenörünü gördükten sonra ise Caligula’ya olan duygularım değişti: Konsüllüğe, en sevdiği atını değil, pekâlâ Roma’nın en uyuz eşeğini de atayabilirdi.