Adam geldi gösterdi, hem Ankara’nın göbeğinde, Başbakanlığın yanı başında, “al bak işte, terör, yazı/kitap yazmak, slogan/yumurta atmak, toplantı/yürüyüş yapmak vb…

Adam geldi gösterdi, hem Ankara’nın göbeğinde, Başbakanlığın yanı başında, “al bak işte, terör, yazı/kitap  yazmak, slogan/yumurta atmak, toplantı/yürüyüş yapmak vb… ile değil, böyle olur” diye: Üç kişi öldü, 34 yaralı var; ruhuna dehşet düşen ise, milyonlarca.

Bazı zekasızlar ‘kör terör’ lafını kullanıyor: Bu, ‘görmeyen kör’ veya ‘saçsız kel’ demek gibi bir şey; zira, bir şiddet eylemini terör yapan şey, bizatihi körlüğüdür; yani, ne zaman, nerede, kime/neye vuracağının önceden bilinemeyip, önlem almaya izin vermezliği;  doğrudan muhasımını hedef almadığı için, silahsıza veya silahlı da olsa bu silahı kendisine yöneltmek için taşıyor olmayana vurması; dolayısıyla, insanları hazırlıksız yakalayıp ruhlara dehşet salması, tedhiş etmesi.

Terörü terör yapan, vurulan hedef açısından mutlak keyfîliği, nedensizliği, bilinemezliği, çıkarsanamazlığı; kısacası, ‘hikmetinden sual olunmaz’ bir varlık karşısında bulunulması; ki, bu açıdan, ‘özel yetkili mahkeme’lerin sanıklara neyle suçlandıkları ve suç delilleri hakkında bilgi vermemesi, en mükemmelinden bir terör uygulaması; ayrıca, müminler açısından, en âlâsından bir küfür: Yargı, sanık karşısında kendi kendisini ‘neyi niçin yaptığı, değil sorgulanmak, tahmin bile edilemez bir kudret’ konumuna yerleştiriyor; tanrılığa oynuyor. olmaktadır. Diyeceksiniz, hâkim veya savcı, tutukluya şiddet uygulamıyor ki, terör söz konusu olsun: Tutuklumuz, hücresinden çıkıp gitmeye veya hakkındaki suçlama ve suç delillerine bakmaya kalktığında, kendisini engellemek için şiddet uygulanmazsa, tamam, terörden bahsedilemez; aksi hâlde, bu tutukluluk süreci bal gibi terördür; zira yapılan, sadece sanığın değil, onun neyle suçlanıp tutuklandığını açık seçik bilmeyen, dolayısıyla kendisi de neyle suçlandığını bilmeden tutuklanabilecek olan herkesin ruhuna dehşet salıp, yapacağını yapamaz, yazacağını yazamaz, söyleyeceğini söyleyemez hâle getirilmesi.

Kumrular sokağında bombalı araba patlatmak, tam tamına bir terör eylemi. Ancak, terör eylemi eğer böyle bir şey ise, insanları, diyelim ‘terorist’ demedi de ‘gerilla’ dedi diye yargılayıp cezalandırmanın neresi ‘terörle mücadele’: Buradaki, doğrudan doğruya despotizm; hem de, terorizan bir despotizm; zira, kelimeden terör çıkartabilmeleri, gerçekten dehşetengiz.

Terörle mücadele adına suç addedilip cezalandırılan fiillerin gerçek anlamda terörle, yani insanlara dehşet salmayla ilişkili olmaması, bizi şu sonuca götürür: Terörün sürmesini isteyenler, hatta belki de üretenler, en azından önünü açanlar, pek âlâ ‘terörle mücadele’cilerin kendileri de olabilir. Burada, hakimlerin/savcıların kapısında PKK yaptı diye nasıl bomba patlattıklarını, kendi adamlarını PKKlı kılığına sokarak nasıl yol kestirtip kasaba bastırttıklarını anlatan emekli komutanları hatırlayalım; ayrıca, bu tür işler ne sadece geçmişe mahsus, ne de askerlere münhasır: Erdoğan da adeta Silvan’ı bekliyormuş,’ yeni’ deyip de, aslında alt-yapısını uzun zamandır hazırlamış olduğu stratejisini yürürlüğe koymak için. Belli ki, bazı şeyler önceden biliniyor; ama, görmezden gelip önü açılıyor: Mavi Marmara da, denize açılmıştı; ama, sefere katılacak AKP milletvekillerinin gemiye binmesi son anda engellendikten sonra.

Terörle mücadele, dolu dizgin: Baskınlar, aramalar, tutuklamalar; ama, akan kan da dolu dizgin. Erdoğan’ın derdi akan kanı durdurmak, bir çözüme ulaşmak değil; kendi otokratik iktidarını yapılaştırma peşinde.  Sadece tek bir rakibinin bulunduğu Güneydoğu’dan başlamak üzere sivil siyaset alanını kendi tekeline almaya çalışıyor. Bu yönde her yolu deniyor; bu arada hukuku da araç olarak kullanıyor. Mesela Habur, yani çadır mahkemeleri kepazeliği, Kürt sorununu çözmekten çok, Kürtleri kendisine bende etme yönünde düzenlenmiş bir atraksiyon; ki, bu işin tümüyle BDP’lilerin bilgisi dışında kotarılmış olması, önemli bir ipucu. Sonra baktı ki olmadı, yine yargıyı kullanıyor: KCK operasyonları bir sürek avına dönüşüyor. Yüzde 10 barajı zaten var; hazine yardımını da baraja bağlatıyor, oy pusulalarını birleştirtip insanların okuma-yazma bilmemelerinden istifade etmeye bile tevessül ediyor vb…

“Barış olsun, kan dökülmesin” diyenlerin önündeki engel, Erdoğan’ın otokratik ihtirasları: İktidarın sivil/legal siyaset alanını, üstelik yargıyı da araçsallaştırarak kendi tekeline almaya yönelmesi, muhalefetin ağırlık merkezini illegaliteye doğru iterken silahlı siyasetin sivil siyaset üzerindeki ağırlığını da arttırmış olacaktır. Ancak, Erdoğan’ın sultanlık hevesleri onu daha da uç noktalara götürür:  PKK’yla doğrudan görüşmelere girişir, kendi özel temsilcisi üzerinden; tabiî gizlice. Bunlar, basit bir fikir alış verişi veya dostça danışma buluşmaları değil, doğrudan doğruya siyasal pazarlıklardır ve mümkün bütün sonuçları bir yana, böyle bir şey, aslında yasamaya karşı bir darbedir, siyasetin Meclis’ten, dolayısıyla ulustan kaçırılmasıdır.

Başbakan, sivil/legal BDP’yi yok edeceğim derken, aynı tabanın silahlı ve illegal cenahını kullanmaya girişmiş olmaktadır: Silahların susmasını, silahsızların sesini daha da fazla kesip, silahlıları devletin doğrudan muhatabı, dolayısıyla mevkidaşı haline getirerek gerçekleştirmenin peşindedir. Belli ki, burada futbolcu ve pazarlamacı geçmişinden getirdiği becerilere çok fazla güvenmekte, bir iki ayak oyunu, birkaç çalım, biraz da avanta sağlamakla işi bağlayabileceğini sanmaktadır; tabiî, kendisine Osmanlı’nın, isyan çıkartanları paşalık, valilik vererek nasıl evcilleştirdiğini ballandıra ballandıra anlatan kurnaz kargaların da telkiniyle.

Bu makule şunu bile bilmemektedir ki, silahsızlar alabildiğine itilip kakılırken, kendilerinin devletin muktediri tarafından doğrudan muhatap alınmasını ellerindeki silaha borçlu olduğunu bilen insanların, bırakacakları en son şey, yine silahları olacaktır. Diyelim ki, Öcalan ve yakın çevresi, gerçekten ikna edilerek veya tufaya getirilerek veya satın alınarak, silah bırakmaya razı oldular; ancak, ne  PKK Öcalan’ın mülkiyetindeki bir şirket, ne de kürt siyasal hareketi salt bir örgüte veya bir örgütler şebekesine indirgenebilir olduğuna göre, hele ki devlet tarafından muhatap alınır ve sözü dinlenir olmanın silaha sahip/silahlara hükmedebilir olmaya bağlı olduğu da apaçık ortaya çıkmış iken, insanların değil silah bırakmak, tam tersine silaha başvurmanın kendileri için ne kadar kolay ve bu konuda ne kadar ehil olduklarını gösterme yarışına girmeleri en yakın ihtimaldir.

Ancak, bir şey daha vardır ki, o da bir devletin kendi vatandaşlarıyla yasama-üstü, yani yasayla önceden belirlenmiş çerçeveler dışında bir pazarlık sürecine girdiği anda, aslında onlar üzerindeki hükümranlık hakkından şu ya da bu ölçüde vaz geçmiş, dolayısıyla bölünme yoluna girmiş olacağıdır.

“Terör örgütüyle görüşülmez”, bizim edemeyeceğimiz bir lâf: 16-17 yıldan beri yazıp temellendiriyoruz ki, terör örgütü diye bir örgüt türü olamaz; dolayısıyla, herhangi bir ‘terör örgütü’nden söz etmek, paranoit bir hezeyanın ürünü değilse, doğrudan doğruya bir psikolojik savaş taktiğidir. Ayrıca, ‘devletler bölünmez/bölünmesin’ noktasında da değiliz: İnsanlar daima devletler hâlinde yaşamıştır/yaşayacaktır/yaşamalıdır diye bir şey olmadığı gibi, tek bir insanın canı yanacağına, bırakın yeryüzündeki devletlerin tümü, hepten un ufak olsunlar; nasıl olsa acıyacak canları yok. Ancak, devletler acısız kansız bölünmüyor; ayrıca, bizimkisini Kürt-Türk temelinde bölmek fiilen imkansız; o yüzden canlar acımış, kanlar dökülmüş olmakla kalır.

Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, Erdoğan’ın kendi mutlak iktidarını kurmak uğruna, tevessül etmeyeceği hiçbir yol bulunmadığı; üstelik,  kendi ‘iş bağlama’ yeteneğine aşırı güveni yüzünden, çoğu kez de körlemesine.