Erdoğan bu söylemle kendisine yaklaşık on yıl süren konforlu bir iktidar alanı sağlamayı başardı. Ancak geçen seneki referandum sürecinden beri bu hikâyenin kullanım süresinin sonuna gelindiği anlaşılıyor. Artık Erdoğan’ın ezberlenmiş söylemleri seçmenlerde bir heyecan uyandırmıyor

Erdoğan’ın hikâyesinin ardından

Doğancan Özsel - Munzur Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

Erdoğan iktidarının bir sırrı da neoliberalizm koşullarına çok uygun bir söylem tutturmuş olmasıydı. Hatırlayalım, özellikle 2007 yılı sonrasında liberal reformların orta ve alt sınıflara sunabileceği refah artışının sonuna gelinmişti. İşsizlik rakamları %10’un altına kalıcı biçimde düşürülemiyor, güvencesiz çalışma yaygınlaşıyor ve gelir adaletsizliği de artıyordu. Çarpık kentleşme politikaları, ticarileştirilen kamusal alanlar ve AVM’ler ile sosyal medya arasına sıkışan orta sınıflar ile birlikte yüz yüze ilişkilerin giderek azaldığı, kuralsızlaştırılmış ve atomize bir toplum ortaya çıkmaktaydı. Bir yandan eski yerleşik kimlikleri tahrip eden bir ‘alternatif resmi-tarihçilik’ rüzgarı son hızla esiyor, öte yandan bu atomik toplum içerisinde Giridharadas’ın deyimiyle bir ‘acizlik anksiyetesi’ baş gösteriyordu.

İşte Erdoğan tam bu noktada topluma yeni bir hikâye anlatmaya başladı. Artık konuşmalarında ne Avrupa Birliği, ne demokrasi, ne de özgürlük kelimeleri vardı. Güçlü Türkiye’den, stratejik derinlikten, emperyalizmle mücadeleden ve derin devleti tasfiye etmekten bahseder oldu. Erdoğan bu tarihten sonra seçmenini Osmanlı’yı diriltecek bir mücadelenin tarafı olmaya çağırmaya, Tanzimat döneminden bu yana gücü ellerinde tutan ve bu topluma yabancı bir grup elite karşı mücadele ettiklerini ilan etmeye başladı.

Bu eklektik hikâyenin hakikatle ilişkisi son derece zayıf. Yüzeysel ve kendi içerisinde çelişkili olduğu da doğru. Ancak Erdoğan’ın bu yeni dilinin çarpıcı ve etkileyici olmadığını söyleyemeyiz. Aksine bu söylem neoliberalizmin bizden aldıklarını geri vermeyi vaat etmesi bakımından son derece çarpıcıdır. Erdoğan’ın burada seçmenlere vaadi, sanki bu ikisi çelişkili değilmiş gibi, hem çok güçlü bir aidiyet duygusu hem de mutlak bir öznelik halidir. Erdoğan bu çelişkiyi, üçte ikisi sağ tarafta kalacak şekilde çekilmiş bir ayrım çizgisi üzerinden toplumu sağ ve sol olarak bölünmüş bir biçimde sunarak ve bu ayrımın olgusallığına hemen herkesi ikna ederek sürdürebildi. Bu ayrımdan hareketle, vaat ettiği güçlü kimliğin bütün kurucu kültürel ve toplumsal referanslarını bu çizginin sağında kalan toplum kesimlerinden devşiriyor, solda kalanları ise ‘evlerinde ayakkabı ile gezenler’ tarzında absürt sataşmalarla yaftalıyordu. İktidarın bu monşerlerin ellerinden alarak Erdoğan’a emanet edilmesi ise seçmenlere ‘mutlak özneliğin’ ve kendi kendilerini yönetmenin yegane yolu olarak sunuluyordu.

erdogan-in-hikayesinin-ardindan-473239-1.
Demokratik muhalefet bir yandan bu kapsayıcı vaatlerini sürdürürken öte yandan ellerinde tuttukları sahicilik hissini gündelik hayata dokunan bir ütopya ile birleştirmelidir. Muhalefetin OHAL’i kaldırarak getirmeyi vaat ettiği ‘huzur’, insanların tek bir kimlikte eriyerek özneleşecekleri bir siyasal vizyon ile değil, epistemolojik kampları yıkan yurttaşların birbirleri ile diyalog kurarak özneleştikleri bir gelecek hayali ile doldurulabilir.



Erdoğan bu söylemle kendisine yaklaşık on yıl süren konforlu bir iktidar alanı sağlamayı başardı. Ancak geçen seneki referandum sürecinden beri bu hikâyenin kullanım süresinin sonuna gelindiği anlaşılıyor. Artık Erdoğan’ın ezberlenmiş söylemleri seçmenlerde bir heyecan uyandırmıyor. Toplumu kutuplaştırıcı söylemleri olsa olsa seçmenlerin Erdoğan ile aralarına mesafe koymalarına yarıyor. Televizyon ekranlarında söyledikleriyle Erdoğan artık kitleleri ne şaşırtıyor ne de onlara yeni bir heyecan aşılayabiliyor. Geldiğimiz noktada AKP seçmenleri partilerinin söylemine karşı giderek kayıtsızlaşmış bir durumdalar ve siyasi tercihleri de bir refleksten ibaret. AKP kadrolarında ise bu durumun yansıması kolektif bir tükenmişlik sendromu. Seçim vaatlerini açıklamak için düzenlenen toplantıya gelen Erdoğan’ın salonun dışında eski günlerinin aksine kendisini coşkuyla bekleyen bir kalabalık bulamamış olması ve başbakan Binali Yıldırım’ın 2015’te AKP’nin %63 oy aldığı Ordu’da sadece 1.500 kişiyle miting yapması bu duruma işaret eden çarpıcı olaylar.

Bu yaşananlar hiç şaşırtıcı değil aslında. İnsanların gündelik hayatlarında deneyimledikleri maddi koşullarda olumlu değişiklikler yapmaksızın, onlara parti kimlikleri üzerinden özneleştiklerini ve bir büyük mücadelenin neferleri olduklarını telkin ederek inandırıcılığınızı ne kadar koruyabilirsiniz? Bir hayali liderlik fetişi ve kolektif içerisinde eriyerek özneleşme teklifi, ardında duran geniş çaplı rant dağıtım ağını ve büyüyen sosyal adaletsizlikleri ne kadar gizleyebilir? Erdoğan örneğinde bu süre on yıl ile sınırlı olacak gibi görünüyor. Erdoğan’ın hikâyesi, o istese de istemese de sona yaklaşıyor.

Bugün demokratik muhalefetin adaylarına düşen, Erdoğan’ın hikâyesi biterken kendi hikâyelerini yazmaya, kendi sözlerini söylemeye başlamak. Burada da ilk iş Türkiye’de gerçek bir değişimin yalnızca gerekli değil aynı zamanda mümkün olduğuna halkı ikna etmek. Sloganlarla boğulmamış bir Türkiye geleceğini yeniden ve hep birlikte hayal etmeye insanları teşvik etmek, bu ülkede de hayallerin gerçekleşebileceğine inandırmak gerekiyor. Bir örnek vereyim: Bugün ortalama bir AKP seçmenine, günümüzde kimsenin liyakatine bakılmadığını ve atamaların parti kimliklerine göre yapıldığını söyleseniz muhtemelen şu yanıtı alacaksınız: “İyi de bu eskiden beri hep böyle değil miydi?” 2018 Türkiye’sinde milyonlarca insan aslında sorunu görüyor ancak bir çözümün olabileceğine inanmıyorlar. İktidar değişiminin ötesinde, sahici bir değişikliğin bu ülkede gerçekleşemeyeceğini düşünüyorlar. Birkaç sene öncesinde en uçuk ütopyalara inanan insanlar, bugün kısa bir sohbetten sonra “böyle gelmiş böyle gider” ezberine sığınıyorlar.

Öyleyse demokratik muhalefetin ilk görevi vaat ettiği değişikliğin sahiciliğine halkı inandırmak olmalı. CHP adayı olarak Muharrem İnce’nin tercih edilmesi bu bakımdan çok önemli ve isabetli. İnce de tıpkı Demirtaş gibi rahat ve yapmacıklıktan uzak tavrı ile sahicilik hissi yaratma konusunda Erdoğan’ın birkaç adım önünde. Zira Erdoğan, prompterı bozulduğunda tek bir kelime dahi edemeyen yorgun ve sinirli haliyle, önceki yıllarda görmeye alışık olmadığımız bir portre çiziyor bu 24 Haziran öncesinde.

Vaat edilen sahici değişimin içeriğine ve kurgulanma biçimine gelince, burada demokratik muhalefeti bekleyen önemli bir tehlike var. Erdoğan on yıllık hegemonyası süresince yalnızca devlet aygıtını ele geçirip rant ağlarını şekillendirmedi, aynı zamanda siyasetin sosyolojisini sağ ve sol bloklar halinde dikotomik bir tarzda belirledi ve siyaset dilini de büyük ölçüde dönüştürdü. Böylece siyaset oyunu, on yıl boyunca daima Erdoğan’ın siyasi konumunu kayıracak bir biçimde kuruldu. Bu nedenle sosyal demokratlar Erdoğan’ın politika tercihlerine alternatifler geliştirmekle yetinmemeli, çok daha temelde, onun kurduğu bu siyaset paradigmasını da kesin ve mutlak bir biçimde reddetmeliler.

Bu paradigmayı veri kabul etmek, muhalefeti Erdoğan’ın diline uyarlamaya çalışarak dış güçlerden yakınıp bölgesel liderlik vaat etmek muhalefet bakımından asla düşülmemesi gereken bir tuzaktır. Keza Erdoğan iktidarının kurduğu ‘sağ ve sol bloklar’ ezberinin olumsallığını unutmak, yine Erdoğan’ın onlara atfettiği kültürel kodlar üzerinden bu sağ bloğa erişmeyi denemek de büyük bir tehlikedir. Yekpare bir sağ bloğu veri kabul ederek onun teveccühünü kazanmak için Erdoğan’ın dinde reform çağrılarına yüksek sesle muhalefet etmek, seçim kampanyalarında toplu dua fotoğrafları vermek ve Erdoğan ile ‘yerlilik ve millilik’ yarışına girmek, muhalefetin sahip olduğu sahicilik hissine zarar vermekten başka bir işe yaramayacaktır.

Oysa demokratik muhalefetin kendi hikâyeleri ve alternatif bir ortak gelecek vizyonları vardır. Bu vizyonu Erdoğan’ın diline ve kalıplarına bağlı kalmadan, kendi özgün dilleri ile anlatabilirler. Bunu yapmanın bir yolu, çalışan kesimlerin ortak kaygılarına ve beklentilerine hitap ederek Erdoğan’ın kurduğu sağ ve sol blokları sınıfsal kaygılara seslenerek enlemesine kat etmektir. HDP kampanyası, Demirtaş’ın tutukluluğu nedeniyle doğaldır ki başka bir ağırlık merkezi üzerinden yürüyor. Ancak Muharrem İnce’nin ‘Sanayi 4.0’ söylemi ve eğitimde kalite düşüklüğü vurgusu bu yolda yürünmek istendiğinin bir işareti. İleriki günlerde kentleşme politikaları, iş güvenliği ve yükselen genç işsizliği gibi konular üzerinden de sağ ve sol bloklar arasına Erdoğan’ın çektiği sınır çizgisinin sürekli ihlal edilmesi yerinde olacaktır.

Demokratik muhalefet bir yandan bu kapsayıcı vaatlerini sürdürürken öte yandan ellerinde tuttukları sahicilik hissini gündelik hayata dokunan bir ütopya ile birleştirmelidir. Muhalefetin OHAL’i kaldırarak getirmeyi vaat ettiği ‘huzur’, insanların tek bir kimlikte eriyerek özneleşecekleri bir siyasal vizyon ile değil, epistemolojik kampları yıkan yurttaşların birbirleri ile diyalog kurarak özneleştikleri bir gelecek hayali ile doldurulabilir. Kent mimarisine kamusal meydanları ve ticarileşmemiş yeşil alanları yeniden kazandıracak, sosyal medyayı hakaret davalarıyla tahakküm altına almayacak, gazetecileri demir yumruğuyla ezmeyecek, okulda, sokakta, evde ve işyerlerinde insanların konuşarak özneleşecekleri ve birlikte karar alacakları bir Türkiye’nin sahiden mümkün olduğuna seçmen ikna edilirse, Türkiye de yeni bir hikâye yazmaya başlayacaktır. Erdoğan’ın hikâyesi biterken ihtiyacımız olan şey tam da bu değil mi?