Terör ve terörist tanımının yeniden yapılmasını öneren, “kalem tutanlar” tarifiyle gazetecilere ve akademisyenlere uzanacak bir tevkifat  dönemine işaret eden Erdoğan, uzunca bir süredir “savaş” atmosferinde hareket etmektedir

Erdoğan’ın politik savaşı

> KANSU YILDIRIM @KansuYildirim

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ülkenin başından gidersem” açıklamasının veya zamanında AKP’nin “stratejik derinliği” kazmasına yardımcı olan İnsel gibi sol-liberallerin “rejim totaliterliğe sürükleniyor” sözleriyle durumu kurtarmaya yarayan analizlerinin 13 Mart’ta başkentin merkezinde yaşamını kaybeden insanlar açısından hiçbir değeri bulunmuyor. Çünkü ölülerin diyarında rejimin adının veya başındakinin kim olduğunun, liberal bulamaçların pek de önemi yok (!)

Öyle bir tablo belirmeye başladı ki, son beş ayda 200’e yakın kişinin yaşamını yitirdiği Ankara’da Dante’nin cehennemine onuncu katı çıkıyoruz. Ankaralılar kalabalık içine karışırken, kamusal alana çıkarken kendisini her an yukarıdan düşecek sarkıtlarla dolu bir mağarada dolaşıyor gibi hissediyor. Toplumsal kaygı eşiğinin yükseldiği, asılsız ihbarlarla paranoyanın hükümran olduğu habitatın asli sorumlusu, AKP iktidarıdır. 13 Mart katliamını gerçekleştiren ve bunu akla ziyan bir açıklamayla üstlenen TAK ise bu habitatın kanlı ürünüdür. Çünkü akşam işten evine dönen bir emekçinin, dershaneden çıkmış bir öğrencinin veya otobüs bekleyen bir kadının öldürülmesi, sivilleri hedef alan toplu cinayetler hiçbir etik-politik ilmihalle gerekçelendirilemez veya “özürle” geçiştirilemez.

Ne var ki, sorumluların algoritmasını oluşturabilmek amacıyla makarayı başa sarmak zorundayız. Nasıl ki Çehov’un dediği gibi “duvarda asılı bir silah varsa ve ilerleyen sahnelerin birisinde mutlaka patlayacaksa”, 07 Haziran seçimlerinden sonra militarizmi ve kamu şiddetini varoluşunun payandası olarak siyasetin ortasına koyanlar şimdi silahların patlamasından rahatsız. AKP iktidarı, Suruç Katliamı’ndan bu yana kamu düzenini sağla(ya)mayan bir devlet iktidarı olarak krizdedir. Aynı zamanda krizin içindeki öznelerden birisidir. Bu nedenle kendisini bizzat sorumlusu olduğu krizin “mağduru” olarak göstermenin de derdindedir. Siyasi rakiplerini/düşmanlarını kriz alanına çekerek onları taraf almaya ve taraf olmaya zorlamaktadır. “Terör” imgesi üzerinden kurgulanan siyasal alanda AKP için rakibinin silahlı veya silahsız olması ikinci derecede önemlidir; öncelikli olan muhatap olacağı ve kitlelere şikâyet edebileceği tarafların yer almasıdır. Bu nedenle partinin tikel tercihlerini kamunun genel çıkarı olarak resmetmektedirler. 2001 yılında ABD eski Başkanı George W. Bush’un “Ya bizimlesin ya bize karşısın” açıklamasının tıpatıp benzeri bu nedenle Erdoğan’ın sözcüklerinde cisimleşmiştir: “…ya bizimle olacaklar ya da teröristin yanında yer alacaklar”.

Terör ve terörist tanımının yeniden yapılmasını öneren, “kalem tutanlar” tarifiyle gazetecilere ve akademisyenlere uzanacak bir tevkifat dönemine işaret eden Erdoğan, uzunca bir süredir “savaş” atmosferinde hareket etmektedir. Gezi isyanı döneminde başlayan yolsuzluk soruşturmaları karşısında “Bu süreç yeni Türkiye’nin İstiklal süreci mücadelesidir” (25.12.2013) beyanatı savaşının ilk deklarasyonuydu. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Sivas mitinginde “Bu memlekette her seçim bir bakıma Kurtuluş Savaşı’dır” (4.6.2015) beyanatıyla ise perspektifini yinelemişti. AKP iktidarının balans ayarını bozan Gezi’den bu yana “politik savaş” ön kabulüyle hareket eden Erdoğan açısından bu savaş, sonsuzluk kipindedir.



AKP iktidarda kaldıkça “politik savaş”ı sonlandırmamasına neden olan iki faktör bulunmaktadır. Birincisi, Saray’ın yani Erdoğan’ın şahsiyetinin devlet üzerindeki ağırlığıdır. İkincisi, Erdoğan’ın siyasal bilinçdışını şekillendiren, devlet idaresinde irrasyonel körlüğe yol açan yapısal süreçtir. Şöyle de ifade edebiliriz, otoriteryen kişiliğine mahal veren devlet biçiminin dönüşümüdür.

Savaş arzusu
Erkler arasındaki teknik ayrımların kaldırılmasıyla yürütme erkinde güç yoğunlaşması yaşandıkça Erdoğan açısından Lacan’ın “Babanın-Adı” (nom-du-père) olarak tarif ettiği durum geçerli olmaya başlamıştır. Buna göre, Baba, “Hayır” diyerek veya başka emirlerle simgesel düzenin sınırlarını çizer ve yasa düzeninin kurucusu olduğuna işaret eder. Erdoğan da sistem içinde Babanın-Adıyla direktiflerde bulunarak düzeni hizaya getirmeye çalışmakta; sadece bu döneme mahsus olmayacak şekilde “otoritesini simgeselleştirme” arzusundadır.

Söz konusu arzu belli bir makamı elde etmeyle geçiştirilebilecek türden değildir. “Arzu nesnesi” olarak “Başbakan”, “Cumhurbaşkanı”, siyasal istihkâm mekânı “Saray” ve şimdi de “Başkan” olarak sonsuz bir siyasal doyumsuzluğa referans veren arzudur. Bunda İslam’ın cihatçılık anlayışının siyasal İslam ölçeğinde yeni bir içerik kazanması da etkilidir. Siyasal açlığa yol açan psikanalitik unsursa, otoriteryen kişilik teorilerinde “yansıtıcılık” olarak bilinen edimdir. Önyargı kuramında etkili bir role sahip olan yansıtma mekanizması, bilinçli benliğe girilmesine izin verilmeyen tepkileri dışarıdaki gruplara yansıtır. Otoriteryen kişi, savaş halinde olduğu kişilerin kötülüğüne inanmayı devam etmesinden ötürü, savaş faaliyetlerini kesintiye uğratmaz (Nevitt Sanford, “Authoritarian Personality in Contemporary Perspective”, 1973).

Güvenlik ve terör
Erdoğan’ın savaşını ve siyasal açlığını sonlandırmayan yol açan yapısal süreç, iç politika ile dış politikanın bütünleşmesinden kaynaklanmaktadır. Suriye savaşının iç politikanın dinamiklerinden birisine dönüşmesi, Erdoğan’ın politik hırslarını görünürleştirse de, doğrudan müdahil olamadığı süreci de görünürleştirmiştir. Suriye’ye dair büyük laflara ve askeri operasyon sinyallerine karşı somut bir adım atılamamasındaki en büyük neden, dünyanın iki büyük askeri-sınaî kompleksi ABD ve Rusya’nın AKP’siz bir Suriye stratejisinde buluşmalarıdır. Aynı zamanda uluslararası hukuk açısından Türkiye’nin elinin zayıflaması da başta TSK olmak üzere bazı kurumları tereddütte bırakmaktadır. Kısacası proaktif dış politikada “oyun kurucu” olarak adlandırdıkları ülke oyun dışında kalmıştır.

Suriye başarısızlığının iç politikayı dolaysız bir biçimde etkileyeceğinin farkında olan AKP, bu nedenle tabandan yükselecek kitle hareketlerine karşı şimdiden gardını almaktadır. Rimelan’da “Rojava ve Kuzey Suriye Demokratik Federal Sistemi” metninin kabul edilmesi, AKP dış politikasının yeni başarısızlıklarından birisidir. ABD, “Suriye’nin kuzeyinde yarı otonom ve otonom bölgenin varlığını kabul etmeyiz” dese de Eşbaşkanlardan Mensur El Selum “ABD zamanla kabul edecek” diyerek, fiili durumun belirleyiciliğine dikkat çekmiştir. Kuzey Suriye’deki Kürt yönetimlerinin “kurumsallaşmasının” bölgedeki Kürtler açısından taşıdığı önemin farkında olan AKP, diplomatik yetersizlikten kaynaklı siyasal hareketsizliğini askeri operasyonlarla telafi etmeye yönelmiştir.

Erdoğan’ın böyle bir ortamda topluma dayattığı “ya bizden ya teröristlerden yana” düalizmiyse özünde “ya sev ya terk et” sloganının güncellenmiş versiyonudur. Suriye başarısızlığının sınır içindeki AKP karşıtı dalgayı büyütme tehdidini bertaraf etmek amacıyla “politik savaş” içeride topyekûnlaşan “terörle mücadele” biçimini almaktadır. Erdoğan’ın son açıklamalarından sonra devlet iktidarının güvenliğini sağlayacak yasal değişiklikler gündeme gelmiştir. Ceza hukukundaki ve Terörle Mücadele Kanunundaki değişikliklerle “silahsız terör örgütü” ve “bireysel terör” tanımlarının eklenmesi, muhalif pek çok fiilin “katalog suç” kapsamına alınması planlanmaktadır.1

Küçük ABD?
Silah kullanan birisi ile “kalem tutan” birisini eşitleyecek yeni cezai düzlem, terör ve teröristin tanımını açık uçlu şekilde genişleterek, iktidar karşıtı tüm hareketlerin pasifleştirilmesini öngörmektedir. Erdoğan’ın “Teröristlerin tamamını da eninde sonunda Allah’ın izniyle bu ülkede imha edeceğiz” açıklaması, cezai düzenlemelerle birlikte “politik savaş”ta düşman ile suçlu arasındaki ayrımın silikleştiğinin göstergesidir. Bunun yakın tarihteki örneklerinden birisi 11 Eylül sonrası ABD’dir. Jean-Claude Paye, ABD sınırları içindeki “hukuksuzluk alan”larının Ekim 2001 tarihinde çıkarılan “Vatanseverlik Yasası” ile belirginleştiğini söyler. Ulusal güvenliği tehdit ettiği düşünülen herhangi bir yabancı hakkında ABD başsavcıları yakalama ve tutuklama izni verebilmektedir. Kasım 2001 tarihinde çıkarılan askeri emirle ise, ABD vatandaşı olmayanların “terörist faaliyetler” içinde yer aldığı düşünülüyorsa süresiz tutukluluğu kolaylaştırılmıştır. ABD tipi güvenlik konseptlerinde önleyici müdahale pratiği “var olandan” kadar “var olması muhtemel” olana da odaklanır: Potansiyel muhalif olarak görülen kişi ve kurumlar terörist potansiyelini de taşıyacağından hızlı “etkisiz” hale getirilmelidir.

Erdoğan’ın “imhayı” dillendirdiği sürecin sadece bir bölgeyle veya silahlı örgütlerle sınırlı kalmayacağı, AKP iktidarının “demokrasi” sicilinden belli olacaktır. Rejimin düşünce kodlarını paylaşmayan gazetecilerin ve akademisyenlerin tutuklanması, sınır dışı edilmesi, bu dalganın büyüyeceğinin habercisidir. Bundan dolayı AKP ile ortak bir siyasal rota çizmek, anayasa yapımında ısrar etmek, demokrasi hamlesi beklemek boynuzlu at görmeyi umut etmekten farksızdır.

1Değişikliğin ayrıntıları için: “Yanında olmayan herkes ‘terörist’”, BirGün, 17.03.2016