2008 tarihli Fransız filmi Martyrs/İşkence Odası’nı izlerken nasıl dehşete düştüğümü hatırlıyorum: Kaçırdıkları insanlara katlanılmaz işkenceler yaparak onları ölümün eşiğine kadar götüren, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide kurbanların ölümden sonrasına dair bir vizyon görüp görmediklerini ‘araştıran’ bir zenginler/aristokratlar tarikatinin sapkınlığını anlatan film, bu sapkınlığı arınmacı (kathartik) bir yöntemle sunarak, özellikle finalde yer alan bir ‘tünelin ucundaki ışık’ görüntüsünün yardımıyla belli ölçüde bir olumlama da içeriyordu. ‘Martyr’ sözcüğü Yunanca ‘şahit’ anlamına geliyor, ‘hakikate şahitlik eden’; İngilizce’deyse ‘şehit’ demek, yani ‘hakikat yolunda ölen’... 2 Mayıs 2009 tarihli BirGün’de filmi şöyle anlatmışım: “Hallac-ı Mansur’u “Ene’l hakk!” dediği için uzun işkenceler sonrasında katletmişlerdi. Buradaysa, tünelin ucundaki ışığı görsün, tanrısal hakikate ulaşsın ve insanlara ‘öbür taraf’ta neyin beklediğini anlatsın, yani “Ene’l hakk!” desin diye Anna’yı korkunç işkencelerden geçirip son olarak da canlı canlı derisini yüzüyorlar.”

Bu hafta gösterime giren 2015 ABD yapımı Martyrs‘in o kadar dehşet yarattığını söyleyemeyeceğim. Bunda Hollywood’un hikâyeyi yumuşatmış olmasının etkisi var elbette, ama asıl önemli unsurun izleyici algısının geçirdiği değişim olduğunu sanıyorum. Bu 7 yılda o kadar çok şiddet ve kan gördük ki, hem sinemasal seyir hem de gündelik yaşam bağlamında -IŞİD sapıkları, canlı bombalar, AKP iktidarının şu son döneminde kayda değer bir artış gösteren domestik şiddet ve kadın cinayetleri, yine AKP iktidarının son döneminde patlama yaşayan çocuk istismarı olayları- şiddet eşiğimiz aşırı yükseldi.



Bu hafta Hollywood yapımından sonra Fransız versiyonunu yeniden izlerken bu filmlerin aslında ‘medeniyetin bilinçdışı’na yönelik analizler olarak okunmasının yerinde olacağını fark ettim: Anne, baba, bir kız, bir erkek çocuktan oluşan modern, müreffeh ve sevgi dolu ailenin evinin altındaki mahzenlerde derinlere indikçe karşılaştığımız bastırılmış arzular, doğal olan ve olmayan güdüler ve bunların hepsini büyük ölçüde meşrulaştıran katı dinsel akıl… Bu dinsel akıl ‘filmin bilinçdışı’yla ‘medeniyetin bilinçdışı’nı örtüştürüyor; böylece ‘canavar anne’ arketipi yoluyla belirginleşen çok açık bir kadın düşmanlığıyla karşılaşıyoruz. Fransız versiyonunda oldukça güçlü sunulan bu düşmanlık Hollywood yapımında biraz ‘görünmez’ hale getirilmiş: İlk filmde baba robdöşambrıyla kahvesini içip çocukları kahvaltıya çağırırken evin kanalizasyon ve tesisat sorunları gibi kas gücü ve belli bir uzmanlık gerektiren işleriyle ‘anne’ ilgileniyor, yeni Martyrs’deyse bu işleri baba yapıyor. Hollywood versiyonunun tersine, Fransız filmindeki annenin çocuklar -özellikle oğlan- üzerinde büyük bir otoritesi var. Hollywood versiyonunda tarikatin lideri olan ‘yüce anne’ bir iş kadını görüntüsü çizerken Fransız filmindeki kadın daha ‘büyükanne’ görünümlüdür. Fransız filminde hem ‘yüce anne’nin hem de ritüele katılan zengin-aristokrat kadınların görünüşü (özellikle saçları) doğrudan Ortaçağ cadı kültlerini akla getirir. Bunlara ek olarak, Hollywood versiyonunda operasyon ve işkence ekibinde hiç kadın yokken Fransız versiyonunda bir genç kadının erkeklere komuta ettiğini görürüz.

Eh, böyle medeniyete böyle bilinçdışı: Medeniyet dediğiniz şey, şunun şurası bir-iki asır önce kadın düşmanı dinsel söylenceler çerçevesinde “Acaba kadınların ruhu var mıdır?” diye tartışan erkeklerin reklam metinleri ve ‘beyaz dizi’ romantizmiyle tüketim kültürü üzerinden hitap edilmesi gerektiği söylenen bir ‘kadın ruhu’ yaratmasının tarihini de içeriyor! Sonra işte bu medeniyetin vajina karşısında dehşetli bir korku yaşayan oğlan çocuklarının bastırdığı her şey böyle aşırı ilkel korku anlatıları şeklinde geri dönüyor: Böyle bilinçdışına böyle medeniyet...