Doksanlarda uyumuş ve bugünlerde uyanmış olduğunuzu düşünün. Çatışma ve ölüm haberleri, bir süreklilik duygusu verecektir kesin, ama şimdiki iktidarın konumu, basının durumu, sosyal medya, Suriye’de yaşananlar, Roboski’den Soma’ya, Suruç’tan Ankara’ya bir dizi korkunç katliam ve daha pek çok şey yüzünden aklınızı kaçırmanız da olası. Aklınızı kaçırtan, ölen yüzlerce insandan çok, bütün bu korkunç olayların nasıl üzerinin örtüldüğü ve hiçbir şey olmamış gibi iktidardan gündelik hayata her şeyin aksamadan devam etmesindeki tuhaflık olurdu muhtemelen. Ama gerçekte sanıldığı gibi devam etmiyordu hiçbir şey. Dış yüzey yanıltıcıydı; insansa mesele, her zaman yanıltır.

Beni en çok şaşırtan, gazetelere bakıp Türkiye’de toplumun yarılmışlığı olurdu muhtemelen. Belki de bu yarılmışlık, sanıldığının aksine iyi bir şeydir. Belki de seçim sonuçları, siyasetin başka kanallarını açmaya zorlayacak, otoriterleşme arttıkça bambaşka kaçış çizgileri ortaya çıkacak zaman içinde...

Geleceği öngörmeye çalışmak yine de faydasız. Sitüasyonistler, her fırsatta, mutlu yarınlara dair beklentinin bugünkü neşemizi öldürdüğünü, önemli olanın “şimdi”yi kurmak olduğunu söylerler. “Şimdi”ye yeterince kafa yormadığımız için değil mi, başımıza gelen bütün bu belalar? Arkadi ve Boris Strugatski’nin “Kıyamete Bir Milyar Yıl” adlı bilimkurgu romanında, Veçerovski’nin dediği gibi, “Bizi neyin beklediğini kim bilebilir ki? Ne olacağını kim bilir? Belki güçlü bir şey olacak, belki adice bir şey. Belki de ölüm gelecek, belki ölüme mahkûm edecekler. Geleceğe fazla dalmak yersiz…” Veçerovski, sonra da bulduğu çözümü söylüyordu: “Keyifsiz olduğumda, melankoliye kapıldığımda, yaşamaktan sıkıldığımda çalışmaya otururum. Belki başka reçeteler de vardır ama ben bilmiyorum. Veya onların bana yararı olmuyor.”

Benim bulduğum çare de çalışmak ve yürüyüşe çıkmak... İstanbul tüketilmeyecek bir şehir. Barthes’ın New York için söylediği gibi kısa mesafeler labirenti… Sokakları, caddeleri ne kadar iyi tanırsan, kaybolmuş hissi de o kadar artar. Yalnızca kentte değil, kendi benliğinin içinde de kaybolduğunu hissedersin ki, insan kaybolmadan kendini bulamaz. Bugünlerde yürüyüş yapmaksa daha bir zevkli, sonbaharda yaprakların döküldüğü ara sokaklarda… Bazen denk gelince karşılaştığım insanlarla kısa ama yoğun sohbetler... Bir ağacın altındaki bankta oturan yaşlı bir kadın, işe gitmek için durakta bekleyen bir güvenlik görevlisi, okuluna koşturan bir liseli… Çoğunun umurunda değil ifade özgürlüğü, ekonomi deyince cebine girene ve çıkana bakıyor, siyasettense hiçbir beklentisi yok, çocuğunu işe soksa yeter. Siyaset, bir seçim oyunuymuş gibi değil de hayat memat meselesi gibi algılanır ve ona göre çareler üretilirse… Çünkü baskı dediğimiz şey, sadece saray ve onun iktidarından ibaret değil, her yerde ve tam teşekküllü bu tecrit koşullarında herkes önce kendisini kurtarma derdinde. Bunu metrobüs kuyruklarında bile görmek mümkün, o itiş kakış içinde oturacak yer bulma ile hayatta kalma mücadelesi birbirine o kadar benziyor ki. Herkesin kendisini yuvasında hissedeceği bir dünya, yine herkesin birey olarak kendisi hakkında açık bir bilince sahip olmasıyla gerçekleşebilir ki, onun işaretleri de var her yerde. İnsanlar kendilerini değil de iş, eş, araba, ev istedikleri için mutsuz olduklarını anladıkça değişecek bir şeyler.
Sonbahar yapraklarını savuran rüzgârı peşime takmış, taş ve ahşap binalarıyla zamana direnen bir sokağa saptığım zaman, doğduğumdan beri aslında bir rüyanın içinde yaşadığımı düşündüm, nasıl dayanabilirdim ki başka bunca acıya, karanlığa... Gördüğüm rüyada uyandığımı hayal ederek uyanıyordum sadece, bütün yazmam ve yaşamam o rüya içindi. Gülten Akın, bir şiirinde “Kendinden önce şarkısı vardır söylenir / Dünyaya gelir gelmez herkesin” dediği gibi, benden önceye aitti rüyam, biliyordum bunu. Çocukken babamdan duymuştum ilk defa şiirlerini. Aynı şiirdeki Gülten Akın’ın “Sana rüyalarımı bırakıyorum” dizesi geliyor aklıma sonra, içim buruk. “Bütün çocuklar sustu, şarkılar sustu / Aklın alabildiği beyazlıkta / Kimse farkında değil yalnız ben / Bir deli poyraza tutulacak / Erişilmez şeyler üstüne bunca rüya…” Eski yağmurları düşünerek içlensek de, “erişilmez şeyler”in rüyası görüldüğü sürece, yaşamaya değer bu hayat, aydınlık, deli, rüzgârlı…